BİRLİKTE MÜMKÜN DEĞİL TÜRKİYE!

Yavuz Alogan

Türkiye’nin üzerinde kalın bir cilâ tabakası var. Ortaçağ karanlığını gizliyor. Medyanın yüzde doksan sekizine hâkim olan siyasî iktidar ve sahte umutlar yayan muhalefet partileri, eylemleri ve söylemleriyle her şey normalmiş gibi bir hava yaratarak bu cilâ tabakasını sürekli yeniliyorlar.

        Üstü örtülemeyecek kadar büyük yolsuzluk rezaletleri, kadın cinayetleri, çocuk istismarları, deprem felaketleri ve grizu patlamaları gibi olaylar, kısa süreliğine cilânın altındaki ortaçağ karanlığını yüzeye çıkarıyor ve Parti Devleti fırçayı kaptığı gibi koşuyor; vaatlerde bulunarak, dinî törenler düzenleyerek fakat aynı zamanda gözdağı vererek yaşanan olayı unutturmaya, ortalığı yatıştırıp daha kalın bir cila tabakasıyla gerçekleri örtmeye çalışıyor.

        Daha geçenlerde Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) dördüncü Ortak Paylaşım Platformu’nda (OPF) işçi ve işveren  temsilcilerini bir araya getirdi. TİSK kendi internet sitesinde platformun “ikiz (yeşil ve dijital) dönüşüm,” çalışma hayatında sürdürülebilirlik, işgücünün sürekliliği gibi mühim sorunları odağa yerleştirdiğini, “taraflar arasında sosyal diyalogla çalışma hayatına dair kararlar” alındığını duyurdu.  İşçi ile işverenin ortak Davos toplantısıymış! Sloganı da çok romantik, insana pozitif duygular veriyor: “Birlikte mümkün Türkiye!”  

        Bu arada iş sağlığı ve güvenliği alanında hayata geçirilen (hayata geçirilen!!!) “Güvenlik Kültürünü Yaşam Biçimine Dönüştürüyoruz” başlıklı projenin protokolü Bakan Bilgin ve TİSK Başkanı Akkol tarafından imzalanmış.

        Cilânın kalınlığına ve parlaklığına bakar mısınız?

        Dün akşam yerin 350 metre altında onlarca işçinin ezilerek, yanarak, boğularak can vermesi cilânın döküldüğü, HAKİKAT’in  ortaya çıktığı andır. Emile Zola’nın 1877’de yazdığı Germinal romanını andıran çalışma koşullarının, 19. yüzyıla özgü işçi akıbetinin, 21. yüzyılda Türk işçisine reva görüldüğü bir kez daha kanıtlamıştır.

        Şimdi devlet erkânı ve siyasî parti heyetleri hemen oraya koşacaklar; birincisi “yaraları saracağız,” ikincisi “biz gelirsek dertler bitecek” diyerek elbirliğiyle cilâyı yenileyecekler.

        Bu kazalar biter mi? Bitmez!

        Devlet ve işveren, işçinin can güvenliği için alınması gereken önlemleri “maliyet faktörü” olarak, yani üretimin maliyetini artıran herhangi bir şey olarak gördüğü sürece, daha çok işçi ölür. Zonguldak çevresinde toplamda 5000 işçi kuyularda, tünellerde, domuz damlarında yanarak, ezilerek, boğularak öldü.

        Bu “maliyet faktörü”nü Devlet’in denetlemesi gerekir. Nitekim denetlemiş. Can çekişmekle birlikte bazı refleksleri hâlâ  canlı kalan Sayıştay,  Bartın Amasra maden ocağında “ani gaz degajı ve grizu patlama riski”nin olduğunu bildirmiş. Patlamanın olacağı yeri bile söylemiş.  Belli ki aldıran olmamış.

        Bu ölümler normal karşılanıyor. Unutmayınız ki bu ülkenin Başbakanı 13 Mayıs 2014’te Soma’da  301 madencinin öldüğü facianın hemen ardından, bu tür  olayların 1800’lerden beri yaşandığını belirttikten sonra, “Bunlar sürekli olan şeyler, bu işin fıtratında bu var” diyebildi ve hiçbir şey olmadı.

        Kaderin işçi öldürmek gibi bir planı olamaz. İş güvenliğini sağlamak ve denetlemek Devlet’in görevidir.

        Soma olayı bende zihinsel bir değişim yaratmıştı. Olayın kendisi değil, olaydan hemen sonra sendikaların çağrısıyla Zonguldak maden işçilerinin   saygı duruşu sırasında çekilen görüntüler!

İşçiler başlarında kaskları, yüzlerinde kömür karası ele ele tutuşmuş ağlıyorlardı. Ülkenin bütün televizyon kanalları ağlayan işçi görüntülerini defalarca, döne döne gösterdi.  Benim kalbim o gün  kırıldı, bir daha düzelmedi! TİSK Başkanı Halit Narin’in 12 Eylül darbesinden sonra söylediği sözü hatırladım: “Bugüne kadar işçiler güldü, biz ağladık; artık onlar ağlayacak, biz güleceğiz.”

        Soma’da yaralanan işçinin sedyeye yatırılırken, “Çizmelerimi çıkarayım ağabey, kirlenmesin,” deyişi; daha sonra otobüsün koltukları kirlenmesin diye ayakta seyahat eden maden işçilerinin görüntüsü merkez medyada defalarca gözümüze sokuldu.  Bu olaylar sonrasında, on yıldır yeraltında kazma sallayan 38 yaşında bir maden işçisi, kendisiyle yapılan mülakatta, “Sevindim,” dedi, “insanlar bizi sahiplendi. Hakkımızda güzel yorumlar da geldi.  Maden işçisi her zaman yaptığı işlerle örnek davranışta bulunuyor. Herkes bizi arayarak tebrik ediyor” (NTV Türkiye, 24.09.17). İşçiler  o sırada -belki şimdi de- ATV ekranlarında yayımlanan Müge Anlı’nın “Tatlı Sert” adlı magazin programına konuk oldular. “Koltuklar kirlenmesin…” diye başlayan cümlelerle bir kez de orada övüldüler. Herkes acıdı, duygulandı.

        2015’te otomotiv grevi sırasında Reno, Mako ve diğer fabrikalardaki grevci işçiler  fabrika avlularında topluca cuma namazı kılarak grevi bitirdiler; bu kez namaz fotoğrafları medyanın “ideal işçi” görüntüsünü oluşturdu. Namazı kıldıran imam önemli bir uyarıda  bulundu: “Kıymetli kardeşlerim, hâlâ zaman zaman aklınızı çelenler  olabiliyor. Burada birliğimizi beraberliğimizi bozmadığımız sürece inşallah zafer nasip olacak. Mevlam utandırmasın” (Bursa’da Bugün, 22.05.15). 

        60’lı 70’li yılların büyük işçi ve sendikal mücadelelerine, 1991’de Zonguldak madencilerinin grev ve  Büyük Yürüyüş’üne tanık olmuş, sahici sendikacılar tanımış biri olarak bu olaylar beni hasta etti.  “İşçinin balyoz gibi patlayan nasırlı yumruğu”ndan gelip çakıldığımız bu bataklık, sendikasızlaşma ve iş kazalarının düzeyi dehşet vericidir. İşçi sınıfını etnik, dinî, cinsel vs ayrımlar temelinde bölüp ufalayan kapitalist sistemi ve bu bölünmeleri “haklar, özgürlükler” olarak anlayan bütün geri zekâlı solcuları daha iyi tanıdım.

    Günümüzde “Dört kişilik bir ailenin aylık mutfak masrafı…” diye başlayan anketler yayımlayan, 1 Mayıs’larda Kazancı Yokuşu’nun başına gidip çiçek bırakan sendika  yöneticileri; yakın durdukları partiden milletvekili olmak için akıllı uslu konuşan, düşük profil veren ağzı kalabalık, kravatlı lüks otomobilli, işverenle omuz omuza bir milyon fidan diken, TİSK’in düzenlediği  şık toplantılarda “yeşil ve dijital dönüşüm” çalıştayı yapan  sendika ağaları gözüme bambaşka çiğ bir ışıkta göründü.

        Neyse uzatmayalım…

        Bugün matem günü. Amasra’daki maden ocağının çevresi polis kuşatması altında. Acılı aileler şehit tabutlarını omuzlarken, devlet adamları ve siyasîler “yaraları saracaklar,” yorum yapacaklar.

        Şu kasvetli pazar gününde başsağlığı ve sabır dileyen çok olur. Dünyayı değiştirme azmi ve mücadele gücü dilemek gerekir. Parlak kalın cilâ tabakasının altındaki HAKİKAT’ten gözümüzü ayırmayalım. Birlikte kesinlikle mümkün değil! Halkın her kesiminin örgütlü olması, hakkını araması gerekir. Demokrasi dediğiniz şey bundan başka ne olabilir?  Veryansın, 16.10.2022