CAZ YAPMAK

                                      

Yavuz Alogan

        Geçen gün aklıma Yalçın Küçük’ün caz (Jazz) müziği tanımı geldi. Galiba şöyleydi: “Caz yüzeysel izlenimlerin ısrarlı tekrarlanımıdır.” Dinlerken asla emin olamıyorsunuz, iç ritminize uymadığında müziğin ne anlattığını, doğaçlamanın nasıl bir sürpriz hazırladığını bilemiyorsunuz. Argoda kullanılan “Caz yapma” deyimi belki de   bu belirsizliği yansıtıyor.

        Oysa mesela Bethooven’ın 5. Senfonisi için aynı şey söylenemez. Başına ne geleceğini bilmese de insanın zafer umuduyla sonuna kadar savaşmaya yazgılı olduğunu anlatır. Napoleon’un Viyana’yı döven topları gibi kaderin kapıya gümbür gümbür vurduğunu işitirsiniz. Dokuzuncu Senfoni ise dünyanın bütün acılarına neşeyi överek baş kaldırır.  Ya da Fritz Kreisler’in “Liebesleid”i mesela… Bu dokunaklı müzik kulaklarınızdan girerek ruhunuzu aşk acısıyla doldururur.

        Notanın ya da sözün bir şey söylemesi gerekir. Siyasette de böyledir. Birkaç basit beka teması üzerinden sürekli tekrarlanan, neredeyse hepsi “Peki n’olacak şimdi?” sorusuyla birlikte aynı boşluğa açılan yüzeysel izlenimler, seçmenin, hatta partilinin bile kulağını bir tür siyaset kakafonisine alıştırıyor. Siyasetin kakafonisi (ses uyumsuzluğu) tarihin uğultusundan ve halkın yakınmalarından uzaklaşıp uçuşarak kayboluyor.

        Şimdi bu aşamadayız. Siyasetçinin ya da siyasî mesaj veren kamusal şahsiyetin ısrarla tekrarladığı yüzeysel izlenimler insanların yaşamakta oldukları hayatla etkileşmiyor, hatta ona temas bile etmiyor.  Hangi sorunu kaç kişi hangi yönlerden ele alıp  ne kadar irdeleyebilir, mevcut gerçeklikle bağdaşmayan çözümler icat edip bunları ne zamana kadar  papağan gibi  sıkılmadan   tekrarlayabilir?   Sanki sonsuza kadar…  Yurttaş, giderek çözümsüz sorunların varlığına alışıyor.

        Elbette bunda siyasete yön veren şahsiyetlerin ideolojik bulanıklığı da önemli bir rol oynuyor.  Muhalefet liderliğine soyunan şahısların  şöhretleri muhakkak, siyasî kimlikleri meçhul. Herhangi bir toplumsal sınıfın, en azından toplumun örgütlü bir kesiminin ihtiyaç ve taleplerini temsil etmiyorlar. Kendilerini seçen parti kurullarına karşı  bile  yasal güvence altına alınmış sorumlulukları yok. En dar kadro içinde kısa paslaşmalarla karar alıyor, doğaçlama yaparak kaygan ahtapot kollarıyla herkesi kavramaya çalışıyorlar.

        Mesela adam Eyüp Sultan’da takke giyip Kuran okuduktan sonra Anıtkabir’e gidip ihtiram duruşu gösteriyor, gerektiğinde parmaklarıyla kurt işareti yapıyor fakat Deniz Gezmiş’in kabri başında devrimci nutuk da söylüyor, Cübbeli Ahmet’in övgüsüne mazhar olurken yanına Amerikancı diplomatı alıp Saray’ın yaldızlı koltuğunda normalleşiyor, Altı Ok’u nasıl gözden kaybedeceğini bilemiyor.… Bir yurttaş çıkıp da “Lan sen kimsin, ne yapıyorsun?” diye sormuyor. Ortalıkta mevcudiyeti kendinden menkul, meçhulden zuhur etmiş “liderler” dolaşıyor. Hiçbir temel soruna (iktisadi model, toplumsal kalkınma, demografik felaket, dünya savaşı…) değinmeden yüzeysel izlenimlerini aynı nakaratla sürekli tekrarlıyorlar. Onlar mücadele ediyormuş gibi, halk ise onları seyrediyormuş, umut ediyormuş gibi yapıyor.

        24 Ocak kararlarını rahatça uygulayabilmesi için Turgut Özal’ın arkasına 12 Eylül generallerini yerleştiren, Demirel’in kendi partisini Tansu Çiller’e teslim etmesini sağlayan, Bülent Ecevit’in karizmasını Kemal Derviş’in “güçlü ekonomi” programıyla çizen, 28 Şubat generallerinin 18 Maddelik Demokratik Devrim programını AB’ye giriş aldatmacasının yarattığı “demokrasi budalalığı”yla tüketen, Millî Görüş’ün içinden BOP eşbaşkanı çıkaran, FETÖ marifetiyle Türk Ordusu’ndaki Kemalist Devrim muhafızlarını  tasfiye eden, Başkanlık rejimini  telkin eden, Piro’yu hilafetçi Sünni profesörü Cumhurbaşkanı adayı yapmaya zorlayan, sınırın hemen ötesinde PKK ordusu kuran, ülkeyi kaçak göçmen deposuna dönüştüren ve nihayet ekonomik ve siyasî şantajla Saray’a her istediğini yaptırabilecek bir imkân avantajı elde eden güce, halkın aydınlanmış kesimlerini seferber ederek meydan okuyan bir siyasî cephe kurulmadıkça hiçbir  şey değişmez.

        Son 45 yıllık toplam performansımız maalesef daha beterini hak ettiğimizi göstermektedir. İçeride en yüksek perdeden birbirine efelenip yüzeysel izlenimlerini ısrarla tekrarlarken dışarıya köpeklenen, menfaat teminiyle kafayı bulmuş  bu paragöz, konformist (itaatkâr ve uyumlu, küçük hayatının basit kazanımlarına dokunulmadığı sürece hâlinden memnun, her an herkesle uzlaşmaya hazır) siyasî toplumun muhteris fertleriyle Türkiye’nin gideceği yer yoktur.

        Şu sözlere bakın: “Avrupa Ordusu’na katılmayı arzu ediyoruz. Çünkü şu anda NATO’nun en büyük ikinci ordusuyuz. Avrupalı dostlarımızın da böyle bir orduyu yanında görmekten büyük bir memnuniyet duyacağını düşünüyorum ben şahsen.”

        Bunu söyleyen Millî Savunma Bakanı!  Nükleer savaşın tartışıldığı bir ortamda söylenmesi gereken bu mudur?  ABD, Avrupa ülkelerini burunlarından tutmuş Rusya’nın üzerine saldırtıyor, Montrö’yü delip Karadeniz’e çıkmaya hazırlanıyor. Kendi evlatları yerine bizim mehmetçikleri öldürtmekten elbette büyük bir memnuniyet duyacaklardır şahsen… Karşılığında sıcak para verecekler, Saray rejiminin devamını sağlayacaklardır.  George Soros 2002 yılında Sabancı Üniversitesi’nde yaptığı bir söyleşide, “Stratejik konumu nedeniyle Türkiye’nin en iyi ihracat ürünü ordusudur,” demişti. Kevgire dönmüş sınırlarından 13 milyon şüpheli şahıs girerek ülkenin demografik yapısını değiştirmiş; Ege’de süngü düşüklüğü, Doğu Akdeniz’de  Sevilla haritasına tam uyum, güneydoğu sınırlarında hazır bekleyen PKK düzenli ordusu dururken kendi askerlerimizi Avrupalı dostlarımızın yanına koyacağız, öyle mi? Ukrayna’da Ruslarla ya da Azerbaycan ve İsrail’le birlikte İran’la mı savaşacağız?

        Belki de yeni bir dış politika konsepti belirlediler. ABD’yi Rusya’yla dengelemek yerine, olası çelişkilerden yararlanarak bu kez Avrupa ile ABD’yi dengelemek istiyorlar. Nitekim Sayın Reis daha geçenlerde Avrupa günü münasebetiyle, “Ülkemizin hak ettiği yeri aldığı bir Avrupa tablosu için birlikte çalışmaya hazırız,” dedi. Şaşkın, çaresiz, tutarsız, kendi içlerinde bölünmüş olduklarını anlıyoruz fakat Saray’da ne konuştuklarını, neye karar verdiklerini bilmiyoruz. Ülke içinde hesap verecekleri hiçbir merci yok.

        Neyse uzatmayalım…  

        Fakat Sayın Reis son grup toplantısında öyle bir laf etti ki bütün siyasî partileri açığa düşürdü. Lokma, yutamayacakları kadar ağır olduğu için, duymazlıktan gelmeyi tercih ettiler.

        “Şunu herkes görsün ve bilsin, biz bitti demeden hiçbir şey bitmez, bitmeyecektir,” dedi Sayın Reis. “Bunlar AK Parti’nin nasıl bir parti olduğunu anlamamışlar. Bunlar, nereden nasıl geldiğimizi, nereye yürüdüğümüzü anlamamışlar.”  Yani seçim yenilgisine rağmen hâlâ  XIV. Louis gibi diyor ki “Devlet benim.” Benim altımda dilediğiniz gibi oynaşabilir, yüzeysel izlenimlerinizi istediğiniz kadar tekrarlayabilir, benimle normalleşebilirsiniz fakat beni sorgulayamazsınız, son sözü daima ben söylerim! Beni buradan ancak tirbüşonla çıkarabilirsiniz ki o da sizde yok.

        Bence de bunlar Saray rejimini anlamadılar. Özellikle onun nereye yürüdüğünü anlamadılar. Seçimlerle demokratik-tik biçimde biteceğini sanıyorlar. Ya da Saray’ın gittiği yerde kendilerine düşen rolü oynamaktan başka çareleri kalmadığı için anlamazlıktan geliyorlar.

        Kuşku yok ki bu durum toplamda yeni bir mücadele anlayışını, caz yapmayı bırakarak daha köşeli ve belirgin bir programatik yaklaşımı, özellikle geleneksel orta sınıftan arta kalan uyanık halk kesimlerinin inisiyatifini gerektiriyor.  Veryansın, 12. 05. 2024