DÖRT KENARLI ÜÇGEN

Yavuz Alogan

        Alman gökbilimci, matematikçi ve astrolog Johannes Kepler (1571-1630) bilimin dinin içinde bir yol bularak ilerlediği tarihsel çağda, gökyüzüne bakarak, yüce Tanrı’nın bu kadar düzenli bir sistemi nasıl yarattığını düşünmüş. Nihayet Tanrı’nın da kendisi gibi bir matematikçi olduğuna, evrenin işleyiş modelini geometriden aldığına kanaat getirmiş.

Yani Tanrı önce bir geometrik model oluşturuyor, sonra o modeli kâinatın sonsuz boşluğuna uygulayarak sistemi yaratıyor. Böyle düşünmüş.

        Fakat modern tıbbın kurucularından kimyager Paracelsus (1493-1541), Kepler’den çok önce, Tanrı’nın yaratma kabiliyetini bilimden ayırarak şöyle demiş: “Tanrı üç kuyruklu bir katır yapabilir fakat dört kenarlı bir üçgen yapamaz.” Yani Tanrı her şeyi yapabiliyor ama geometrinin kurallarını değiştiremiyor.

        Bu ilginç sonuçlardan çok önce, daha Hıristiyanlık doğmadan evvel,  bu kez toplumsal düzende  dinden bir kopuş gerçekleşmiş. Anadolu’nun bugünkü İzmir-Aydın sahil şeridinde yaşayan İyonyalılar, Olimpos dininin bol Tanrılı karışık dininden ve yozlaşmış ritüellerinden sıkılarak dinsiz bir devlet kurmuşlar.

Bu dinsiz tanrısız devlette bir felsefe ekolü oluşmuş, Anaksimandros adında biri tarihte ilk kez bağımsız bir kitap yazmış, Tales matematiğin temellerini atmış, Heraklit “panta rhei” (her şey akar) demiş.  Tanrıların  itişip kakışmasından, sonsuz muhabbetinden ve muhalefetinden kurtulunca kafaları çalışmaya, yaratıcılıkları gelişmeye başlamış.

        İnsanlar kendi kafalarıyla düşünmeye çok erken başlamışlar.

16. yüzyılda Reformasyon, Katolik Kilisesi’nin hâkimiyetini sarsmış. İçi altın dolu dev katedraller ve halkı dinle aldatan ruhban bütün halk ayaklanmalarının hedefi olmuş. İspanyol İç Savaşı’nın (1936-1939) ilk evrelerinde kiliselerin yağmalanması, rahiplerin kurşuna dizilmesi din düşmanlığı değildi.

        Din püriten olduğu, yani sade hayatın, bireysel ahlakın yol göstericisi olduğu ölçüde meşru olmuş. Geçim kapısına ya da servet kaynağına dönüştüğü, Devlet yönetimine bulaştığı, kanun kitaplarına girdiği ölçüde meşruiyetini kaybetmiş, dünyevî bir ideolojiye dönüşerek çatışmaların, kanlı boğuşmaların kaynağı olmuş.

        İnsan zihni kurumsal dine karşı verilen mücadele içinde gelişmiş. Immanuel Kant (1724-1804), yaklaşık iki yüz yıl önce,  “insan kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmadan kullanamadığı için zihinsel gelişimini tamamlayamadı, bu yüzden var oluşu eksik kaldı,” demiş. Aydınlanma’nın görevi, Kant’a göre, insanı  zihinsel engellerden, kılavuzlardan kurtarmak, ona aklını bizzat kullanma cesareti kazandırmakmış.

        Tarihin değirmeni yavaş dönmüş, ince öğütmüştür. Tarihin tekerleği de sürekli  ileriye doğru gitmemiş, bazen durmuş, hatta geri dönüp kendisini ileriye doğru itenleri altına alıp ezmiştir. Üretim araçları ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki de her zaman yeni ve daha üstün bir toplumsal yapıya yol açmamıştır. Açsa bile yeni üretim tarzı kaçınılmaz biçimde zihinsel özgürleşmenin yolunu döşememiştir. Mesela sanayi kapitalizminin gelişmesi, Max Weber’in iddia ettiği gibi kurumsal dinin zayıflamasına, giderek sönümlenmesine yol açmamıştır.  Yüksek teknolojili çok ileri bir üretim tarzı en geri yönetim biçimleriyle birlikte var olabilmiştir.

Günümüzde en gerici ideoloji en ileri teknolojiyi kullanabilmekte, mesela aklî melekeleri biraz gelişmiş bir maymun, kendisi gibi olmayanların gerçekleştirdiği iletişim devrimi sayesinde fikirlerini en geniş kitlelere yayabilmektedir.  

İnsanlığın ilerlemesi insan zihninin serbest kalmasıyla, kılavuza ihtiyaç duymamasıyla mümkündür. Her ileri atılım insan zihninin serbestleştiği bir zaman aralığının ardından gelmiştir. Ancak atılımın tamamlanması serbestleşme aralığının genişlemesini kendiliğinden sağlamamış, sonraki dönemlerde daralmasını da engellememiştir.

Demek ki maddi dünyanın gelişimi kendiliğinden insan zihninin gelişimine yol açmıyor. İnsanların her durumda, her aşamada sürekli olarak topluca ve bilinçli bir çaba göstermeleri, tartışmaları, örgütlenmeleri, direnmeleri gerekiyor.

Bizde bu çaba gösterilmiştir.

Özellikle 1924-1937 arasında dinin yurttaşla ve Devlet’le olan ilişkisinde esaslı reformlar yapılmıştır. Hilafet’in kaldırılmasından Medeni Kanun’un kabulüne, tevhid-i tedrisattan tek tip bilimsel eğitime, laiklik ilkesinden ezanın Türkçe okunmasına kadar pek çok reform iki kuşağın (biz ve bizden önceki) zihinsel özgürlüğünü ve gelişimini sağlamıştır.

Şimdi sarkacın tersine hareketine, insan zihnini yeniden dinin kılavuzluğuna tabi kılma girişimine tanık oluyoruz. Bu geriye doğru salınımın birkaç yıl sonra tam tersine döneceği kesindir.

         İnsan zihninin önündeki en büyük engel kurumsallaşmış, örgenleşmiş ya da devletleşmiş dindir.   Hele ki dinî topluluğu, cemaati, ümmeti millet olarak tanımlamak, engelleyici olmanın da ötesine geçer. Zamanla ortada ne din ne de ulus-devlet kalır.  

Cumhuriyet’i kuran devrimciler insanları dinde birleştirerek millet olunamayacağını biliyorlardı. Mesela Mustafa Kemal şöyle demiştir:  

“Din birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz … Türk milleti tablosunda bunun aksini kabul etmekteyiz. Türkler Arapların dinini kabul etmeden önce de büyük milletti. Bu dini kabul ettikten sonra, bu din ne Arapların ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesir etmedi. Bilâkis, Türk milletinin millî bağlarını gevşetti; millî hislerini, millî heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabiiydi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde (üzerinde), şâmil (kapsayıcı) bir ümmet siyaseti idi” (Medenî Bilgiler, TTK Yayınları 1969, s. 21).

Laiklik 20. yüzyılın başında Arap milliyetçiliğine de yol göstermişti. Günümüzde Arap şeriatçılığı, işbirlikçileri sayesinde,  Türk milletine ümmetçiliği aşılıyor.

        Şu güneşli pazar gününde herkese zihnini ister dinî ister siyasî olsun her türlü kılavuzdan kurtararak düşünmeyi tavsiye ediyor, iyi bayramlar diliyorum. Veryansın, 25. 06. 2023