
Yavuz Alogan
1 Mayıs bayram değildir. İşçi sınıfı ve çalışanların uluslararası mücadele ve dayanışma günüdür. İki temel amacı vardır: bütün çalışanların durumunu siyasî topluma duyurmak ve sermaye sınıfına meydan okumak.
Bütün yerleşim yerlerinden gelen işçilerin ve çalışanların kendi sendika ve meslek örgütlerinin önderliğinde tek bir meydanda toplanarak miting yapmaları, ekonomik, siyasî ve güncel taleplerini topluca açıklamaları beklenir.
1977’nin kanlı 1 Mayıs’ını saymazsak, bu kalıba uyan son iki 1 Mayıs mitingi, 1976 ve 1978’de Taksim Meydanı’nda yapıldı. 1979’da sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı vardı. 1980’de 1 Mayıs 50 000 kişinin katılımıyla Mersin’e sıkıştırıldı. Yine sıkıyönetim vardı ve yüzlerce sendikacı gözaltına alınmıştı. 1980 askerî cuntası 1 Mayıs’ı yasakladı, AKP iktidarı 2009’da 1 Mayıs’ı “emek ve dayanışma günü” adıyla tatil ilan etti.
Sonrası, itişme ve kargaşadan (silahlı marjinal bir sol örgütün sendikacıları kovarak kürsüyü işgal ettiği bir Kadıköy 1 Mayıs mitingini hatırlıyorum mesela), dar meydanlarda az katılımlı mitinglerden, Taksim’e açılan sokaklarda solcuların polisle çaresizce boğuşmasından, gaz yiyerek fişleme amaçlı gözaltına alınmasından ibarettir.
AKP 2010’da Taksim Meydanı’nı son anda 1 Mayıs’a açtı. Fethullah Gülen’in “mezardan ölüler bile kalkıp oy kullansın” dediği 2010 Anayasa referandumuna beş ay kalmıştı, dolayısıyla her kesimi memnun etmek gerekiyordu. Üstelik 2009’da “Millî birlik ve kardeşlik projesi” adı altında Çözüm Süreci’nin ilk adımı atılmıştı.
Taksim’in son kez açıldığı 2010 1 Mayıs’ı karnaval benzeriydi. Ortalıkta işçi emekçi, çalışanların durumu, talepleri gibi şeyler yoktu. “Apo’cular geliyor, ellerinde keleşler” diye slogan atan uzun ve tuhaf bir PKK kortejinin içinden geçtiğimi hatırlıyorum. Yanı sıra, sokak tiyatrosunu andıran garip gösteriler, regârenk frapan giysiler içinde müstehcen sloganlar atan LGBT bireyi kardeşlerimiz… İşçiyle emekçiyle alakası olmayan tam bir curcuna!
Emperyalizmin insan ve yurttaş haklarını etnik, dinsel ve cinsel kimliklerin özgürlüğü olarak yeniden tanımladığı sürecin bütün özellikleri “radikallik” olarak benimsenmiş, hızla zayıflayan işçi sendikalarına ve sosyalist sola aşılanmıştı.
AKP “muhafazakâr” tabanına rağmen kendisi için elverişli olan bu ortamı teşvik etti, gayet başarılı biçimde yönetti. Özal’ın başlattığı, Kemal Derviş’in yerleştirdiği emeği ucuzlatma ve örgütsüzleştirme, sermayeyi ise yükseltme ve yüceltme politikasını milim sapmadan sürdürdü. Sadece sendikaları bölüp güçsüzleştirmekle kalmadı, sermayeyi de denetim altına aldı. TÜSİAD’ı besledi, güçlendirdi fakat esas burjuvazinin bu iddialı ve politik örgütünü “Ey TÜSİAD yeni Türkiye’de haddinizi bileceksiniz” diyecek ölçüde ezdi, azarladı; mafya-tarikat-cemaat üçlüsüne dayanan ve Partileşmiş Devlet’ten beslenen kendi lümpen burjuvazisini görgüsüz bir yeni zenginler sınıfı olarak yoktan var etti.
Sayın Reis, son 1 Mayıs günü Saray’da topladığı emek örgütü temsilcileri ve “bakan” denilen atanmış ofis memurlarının huzurunda “grev hakkını rasyonel bir zemine oturttuk,” diyebildi. Mizah yanı güçlü bir lider. Hâzirundan tek ses çıkmadı. “Bizi adam yerine koyup kabul ettiğiniz için minnettarız, Hünkârım” mealinde konuştular. Sayın Reis, 2017’de işverenlere şöyle hitap etmişti: “Şimdi böyle bir şey [grev] var mı? Tam aksine. Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifadeyle anında müdahale ediyoruz.” Grev hakkı hâlâ o “rasyonel” zeminde duruyor.
Türkiye darbe dönemlerinde bile bu kadar geri, bu kadar yaban ve hoyrat bir ülke olmadı. Ben bu noktaya nasıl gelindiğini hâlâ tam olarak anlayabilmiş değilim. Yani bir şeyler söylüyor, sebep-sonuç ilişkileri kurabiliyorum ama yine de insan onuru, haysiyeti, katlanma sınırı diye bir şey vardır. Bu kadarı çok fazla.
Neyse uzatmayalım…
Sosyalist solun işçi sınıfı ve 1 Mayıs üzerindeki etkisi zamanla azaldı ve yok oldu. Aslında sosyalist solun hiçbir örgütü son 39 yıl içinde işçi sınıfı şöyle dursun, nüfusun herhangi bir kesimi üzerinde etki yaratamadı, hiçbir mücadele sürecine önderlik edemedi.
1986’da, yani 39 sene önce, büyük illerde sıkıyönetim kalkmış, sosyalist yayınlar ve partileşme girişimleri başlamıştı. Devlet Güvenlik Mahkemeleri (2004’te kapatıldı) tam kapasite çalışıyor, sürekli dava açıyordu. Toplantılarda polis arka sıralarda oturup konuşmaları kayda alırdı.
Bu süreç Özal’ın ülkeyi irticadan koruyan TCK 163. Madde ile, komünizmden koruyan 141-142. Maddeleri 1991’de kaldırmasına kadar devam etti. O vakit dediler ki “Tamam kardeşim, ister şeriatçı olun, ister komünist, kanunlara saygılı olduğunuz sürece örgütlenebilir, parti kurabilir, propaganda yapabilirsiniz.” Elbette bunu derken 12 Eylül’ün getirdiği Siyasî Partiler Kanunu’na (SPK) dokunmadılar. 12 Eylül’den önce siyasî parti kurmak zor, dernek kurmak kolaydı. Bunu tersine çevirdiler. Hangi fikriyatta olursanız olun bir tabelacı ve 30 sabıkasız adam bularak sizi en sıkı biçimde denetleyen ve kısıtlayan SPK’ya mahkûm bir siyasî parti kurabiliyordunuz. Ondan sonra parti binalarında oturuyor, kiraları nasıl ödeyeceğiz, medyaya nasıl gireceğiz diye düşünebiliyor, arada bir küçük gövde gösterileri ve sansasyonel çıkışlar yaparak durumu idare edebiliyordunuz.
Netice olarak, sosyalist sol siyasî partiler içinde örgütlenmeye başladı.
Fakat 141-142’nin kalktığı 1991 yılında önemli bir gelişme oldu. Reel sosyalist sistem kendi iç dinamiklerinin etkisiyle, uzun geçmişin bütün teorik argümanlarını beraberinde sürükleyerek yozlaşmış yapılarının ağırlığı altında kendiliğinden çöktü. Neredeyse yüz yıllık bir tarih güncel anlamını kaybetti. Ardından dünyanın, özellikle Avrupa’nın anlı şanlı komünist partilerinin hızla solmaya, sönümlenmeye başladığı bir dönem geldi. Uluslararası solda benzersiz bir ideolojik, teorik ve siyasî kriz başladı. “Tarihi uzlaşma” ve Eurokomünizm gibi denemeler, uzlaşarak meşruiyet sağlama girişimleri sonuç vermemişti.
Neyse, uzatmayalım. Derin konudur, yazması uzun sürer.
Netice olarak, Türkiye’de Devlet artık “Komünizm”i bir tehdit ve tehlike olarak görmüyordu; gericiliğe teslim olma ve bölücülüğü meşrulaştırma sürecine girmişti.
Sosyalistlerin örgütlenmesi artık serbestti. Sosyalist olduğunuz için sizi tutuklayan, falakaya yatırıp elektrik veren, sokakta üzerinize ateş eden kimse yoktu.
Fakat sosyalist solun pusulası kaybolmuştu. Emperyalizmin etnik, dinsel ve cinsel kimliklerin serbestliğini insan ve yurttaş haklarının yerine geçirdiği yeni “özgürlük” ideolojisi, Türkiye sosyalist solunu adım adım esir aldı. PKK’nin işbirlikçi etnik milliyetçiliğini sol bir görünümle maskelemesi ve solcu gibi duran neoliberal entelijansiyanın fikriyatı, kafası karışık sosyalist solun içine düştüğü ideolojik boşluğu doldurdu. 1988’den itibaren kurulan sosyalist partilerin hiçbiri dönemsel (süreli) ya da sürekli olarak PKK’nin yasal uzantısının etkisinden, maddi desteğinden ve giderek yönlendirmesinden kendisini kurtaramadı. Avrupa ülkelerinden gelen fonlar ve maddî teşvikler (adı bile duyulmayan saçma sapan projelere yağdırılan avrolar, dolarlar) bu sürecin güçlenmesine katkıda bulundu. Geçmiştekine hiç benzemeyen bir solcu tipolojisi oluşmuştu.
En trajik örnek ÖDP’dir. Solun neredeyse bütün fraksiyonlarını kapsayan bu birleşik sol kitle partisi, herkesi içine aldıktan sonra tıpkı Titanik gibi battı. Tek fark çarptığı bir buz dağının olmayışıydı. Önü açıktı. Fakat kaptan köşkü ele geçirilmişti ve makine dairesine kimse giremiyordu. Bu partinin genel başkanı dâhil belli başlı yöneticilerinin PKK’nin sivil uzantısı olan partide görev yapması, milletvekili olması, etnik milliyetçiliğin demokratik-tik sözcülerine dönüşmesi, tarihsel bakımdan ironik ve ibretlik bir olaydır.
Şimdi bütün sosyalist sol için gerçeklerle ve kendisiyle yüzleşme vaktidir. Dürüst, açık, anlaşılır ve özeleştirel olmak gerekir. En aptal ve zır cahil solcunun bile (eğer siyasî varlığını borçlu ya da midesinden bağlı değilse) PKK/DEM’in ne olduğunu ve demokratik-tik diyerek ne yapmaya çalıştığını iyice anlamış, kurduğu ve kuracağı ittifaklarda tam bir oportünist (fırsatçı) olduğunu görmüş olması gerekir.
Sosyalist sol için etnik milliyetçilikten, PKK ve onun türevlerinden tamamen ve kesin olarak kopma vaktidir. Bu bağlamda Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) Cumhuriyet ve Kemalizm savunusu, örnek alınması gereken değerli bir hamledir. (Umarım TKP’nin bu Kemalizm vurgusu, iyice afallayan ve söyleyecek sözü kalmayan TİP’le rekabetin gereği olarak siyaseten yapılmış bir manevra değildir! Farklı hareketlerin böyle manevralarını geçmişte çok gördüğümüz için ancak zamanla emin olabiliriz.)
Türkiye dönüşü olmayan bir yol ayrımındadır. Yurttaşlık ve millet bilinci gerekir. Sosyalist sol kendisiyle yüzleşmesini bu bilinçle yapmak, mücadelesini bu bilinçle vermek zorundadır. Halkın en gelişmiş kesimi uyanmıştır ve Saray tarafından yönetilmeyi alenen reddetmiştir. Saray ise ağır bir yönetim krizi içindedir. Türkiye’nin mevcut sorunlarının her biri ancak “arasız devrimler”le çözülebilir.
Türkiye, ya Cumhuriyet’in Devrim Kanunlarına dönerek kamucu ve halkçı bir ülke olacak ya da hanedanlıkla yönetilen sıradan ve küçülmüş/bölünmüş bir Ortadoğu ülkesi olarak karanlıklara gömülecektir. Üçüncü ve çok kötü bir ihtimal daha var ama onu dile getirmek istemiyorum. Veryansın, 04.05. 2025