MESLEK ÖRGÜTLERİNDE TEMSİL SORUNU

Yavuz Alogan

        Cephede ülkesinin işgaline yol açacak şekilde imha tehlikesiyle karşılaşan her ordu atom bombasından kimyasal ve biyolojik silaha kadar elinde bulunan her türlü imkânı kullanır. Cenevre Sözleşmeleri ihlâl edilmesin diye imhaya ve işgale razı olacak bir ordu yoktur.

        Bunun son örneği İran-Irak savaşında görüldü. Mart 1988’de Irak’ın kuzey doğusunda Talabani kuvvetleri (KYB) İran ordusuna Halepçe yolunu açarak merkezî hükümete isyan ettiğinde cephenin dengesi bozuldu ve Saddam kimyasal silah kullanmaktan çekinmedi.

        O zamandan beri özellikle Suriye cephesinde her askerî durum değişikliği beraberinde kimyasal silah suçlamasını getirdi.  Batı, aralıklı olarak Suriye ordusunu ve Rusya’yı, Rusya zaman zaman Esat muhaliflerini suçladı. Hiçbiri kanıtlanamadı. Kimyasal silah iddiası kendi başına bir politik silaha dönüştü.

        Şimdi bu silahı Türkiye’ye yönelttiler.

Türk Ordusu’nun, MİT operasyonlarıyla desteklenen bölgedeki başarılı askerî faaliyeti savaş değildir; küçük çaplı çatışma (skirmish) ya da “alan temizliği” kategorisine girer. Böyle bir çatışmada baskın silahlı kuvvetin beş altı PKK’liyi imha etmek için kimyasal silah kullandığını iddia etmek gülünçtür. Herkesin gözünü diktiği, sigara dumanının bile uzaydan havadan karadan görülebildiği bir yerde, nizami ordunun gizlice kimyasal silah kullanabileceği iddiası daha da gülünçtür.

        Fakat bu gülünç iddia Türkiye’de fırtına kopardı.

        Siyasî toplum  Fincancı’ya “onurumuzdur” diyenler ile “vatan hainidir” diyenler arasında bölündü. CHP’nin içindeki işbirlikçi unsurlar harekete geçti, Genel Merkez onları susturmaya çalıştı. HDP sosyetesi, Fincancı’yı desteklemekle yetinerek düşük profil verdi.  Batılılar gücenir, muhteşem “demokrasimiz”e halel gelir diye PKK’nin uzantısı HDP’yi kapatmaktan korkan Cumhur İttifakı, video izleyerek kimyasal zehirlenme teşhisi koyan Fincancı’yı büyük bir kararlılık gösterisiyle tutukladı.

        Bu arada 27 ilin Tabip Odası, “TTB Başkanı’nın ‘kimyasal silah kullanılmış’ gibi alçakça bir ifadeyi Türk Silahlı Kuvvetlerimiz hakkında kullanmasını en sert şekilde kınıyor ve kendisini en acil şekilde istifaya davet ederken, bizi temsil etmediğini dile getiriyoruz,” diyerek tepki gösterdi.

        Siyasî iktidar vatansever hekimlerin bu tavrını öne çıkaracak yerde, Adalet Bakanı’nın ağzından TTB’nin ismindeki “Türk” sözcüğüne kafayı taktı.  Bunlar daha önce de resmî kurumların ismindeki TC ibaresini kaldırmaya çalışmışlar, üzerinde TC yazan tabelaların sökülüşünü yurttaşlar hayretle izlemişlerdi.  Şimdi fırsattan istifade ederek Tabipler Birliği’ne ve Mimar Mühendisler Odası’na aynı şeyi yapacaklar.  

        Milyonlarca Suriyeli ve Afgan’ın işgaline uğrayarak tam da “anasır-İslâm”a dönüştüğümüz, ümmet olarak tanımlandığımız bir zaman diliminde “Türk” isminin iktidar saflarında alerji yaratması normaldir. Tabipler Odası’nın 36 etnik gruptan birinin adıyla anılmasından rahatsız oluyor gibiler. 2013’te “Biz her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına almış bir iktidarız,” demişlerdi. Müslüman Tabipleri, Müslüman Mimar ve Mühendisler denilse rahatlayacaklar.

        Neyse, konuyu dağıtmayalım…

Yirmi yedi ilin Tabip Odası siyasî iktidarın “Türk” ismini kaldırma girişimini “Biz Türk Hekimleriyiz” diyerek protesto etmeli, kendi meslek örgütlerine, kendi odalarına sahip çıkmalıdır.   Türk hekimleri TTB seçimlerine kayıtsız kaldıkları, örgütlenerek mücadele etmeye üşendikleri için Fincancı gibi yurt dışından destekli, işbirlikçi, Türkiye aleyhine olan her şeye maydanoz unsurlar yönetime gelebildiler; Türk hekimleri adına Ermeni soykırımı iddialarına sahip çıktılar; “Öcalan’a özgürlük” istediler ve nihayet Türk Ordusu’na atılan kimyasal iftirasını desteklediler.

Bu tuhaf durumun sebebi hekimlerin kendi örgütlerine sahip çıkmamaları, örgüt seçimlerine ilgisiz kalmalarıdır.  

Son Tabip Odası seçimlerinde oy kullanan hekimlerin oranı İstanbul’da yüzde 11, Ankara’da yüzde 3, İzmir’de yüzde 26’da kaldı.  Böylece üç büyük ilde seçimleri TTB Merkez Konseyi’nin listeleri kazandı.

Ülkemizdeki bütün siyasî ve mesleki örgütlerde ciddi bir temsil sorunu var.  Merkeze bağlı delegelerle ya da üyelerin yetersiz katılımıyla seçilen yönetim kurulları tabanda yer alan çoğunluk eğilimini yansıtmıyor. Özellikle meslek kuruluşlarında insanlar örgütlü olmak istemiyorlar, örgütlü bir azınlığın çeşitli manipülasyonlarla örgüt yönetimini ele geçirmesine kayıtsız kalıyorlar. Seçilen yönetim Fincancı’nın yaptığı gibi akıl almaz bir pervasızlıkla abese varan işler yaptığında, bu yönetim bizi temsil etmiyor, istifa etsin diye bağırmaya başlıyorlar. Saray da bunu fırsat bilerek örgütsüzlüğü teşvik ediyor ya da kendi ideolojik alternatif örgütlerini dayatıyor.

Örgütlerin tüzük ve seçim yönetmeliğinde bütün üyelerin  örgüt yönetimi seçimlerinde oy kullanmasını zorunlu hâle getirecek değişiklikler yapılmalı, özellikle meslek örgütleri siyasî iktidarın tasallut ve tecavüzünden korunmalıdır.  

Demokrasi ancak toplumun bütün sınıflarının ve meslek gruplarının örgütlü olduğu yerde mümkündür. Tarikat ve cemaatlerin sivil toplum örgütleri olarak meşruiyet kazandığı yerde, modern örgütlerin tabanı temsil etmeyen güçler tarafından ele geçirilmesi, yönlendirilmesi; siyasî iktidar tarafından zayıflatılması, bölünmesi ve üyelerinin suç örgütü mensubu ya da taraftarı gibi gösterilmesi felaketi hızlandıracaktır.

Şu güneşli pazar gününde herkesi örgütten kaçışın nasıl durdurulacağını, insanların kendi örgütlerine sahip çıkmaları için ne yapılması gerektiğini düşünmeye davet ediyorum. Veryansın, 30. 10. 2022