YURTTAŞIN YAŞAMA SEVİNCİ

Yavuz Alogan

        1932’den 1968’e kadar Portekiz’i kasıp kavuran ünlü diktatör Antonio Salazar’ın halkı üç “f” ile oyalayarak yönetebildiği söylenmiştir. F’lerden biri futbolu, diğeri halk müziği fado’yu, üçüncüsü de kutsal yerleri ziyaret anlamında Fâtima’yı temsil eder.

Yani enerjinizi harcayacaksınız, eğleneceksiniz, ibadet edeceksiniz ve gerisini kafaya takmayıp hâlinize şükredeceksiniz. Bu durum 1974’te bir grup albayın şiddet kullanmadan gerçekleştirdiği Karanfil Devrimi’ne kadar kesintisiz 42 yıl sürmüştür.

        Latin Amerika diktatörlüklerinde “Fâtima,” yerini “festival”e bırakmıştır. Dinî ritüelin eğlenceyle yer değiştirmesinde hiç kuşkusuz 1960’larda ortaya çıkan “kurtuluş teolojisi”nin de etkisi olmuştur.  Bazı Latin Amerika ülkelerinde Kilise, ansızın  “manevi kurtuluş”u terk ederek “dünyevi (toplumsal) kurtuluş”u savunmaya, diktatörlüklerle mücadele etmeye başlamıştır. Kilise zenginleşmekten vazgeçmiş, zenginleri bırakarak yoksullara yönelmiştir. Mesela El Salvador’da   1972’de iktidarı ele geçiren Molina’yı ve CIA’nın örgütlediği  “ölüm mangaları”nı desteklemesi beklenen Kilise,  ansızın yön değiştirerek Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin saflarında yer almıştır.

        Yani Tanrı’nın her yerde her zaman zenginden yana olmadığını anlıyoruz.

        Tarih aslında çok enteresandır. Gök kubbenin altında gerçekleşmemiş olay yok gibidir. Hiç beklemediğiniz bir anda bütün hesaplar bozulur, olaylar kimsenin tahmin etmediği bir istikamette akmaya başlar.  Tarihsel olayı meydana getiren, alttan alta işlediği için kimsenin önceden göremediği etkenler ansızın yüzeye çıkarak hız kazanır ve her şey değişir. Devrimler ve karşıdevrimler hep böyle olur.

        Neyse, konuyu dağıtmayalım.

        Aslında İstanbul Valiliği’nin 24 Kasım tarihli, 2022/1 Sayılı “Genel Emir”ini tartışacaktım ki çağrışımlara kapılarak tarihin içinde kayboldum.

          Sayın Vali  altı yurttaşımızın hayatını kaybettiği hain terör saldırısı nedeniyle İstiklâl Caddesi’nde tramvay ulaşımını ve yaya trafiğinde akışı sağlamanın ve sürekliliği korumanın önem kazandığını belirttikten sonra, “kamu düzeni ve esenliği ile genel asayişin sağlanmasında da aynı hususun kritik önem teşkil ettiği değerlendirilmektedir” diyerek, sokak çalgıcılarının sanatlarını icra etmelerini ve yurttaşların kaldırımlara taşan masalarda geleni geçeni seyredip biraz kafayı çekerek keyifle sohbet etmelerini yasakladı.

        Bize emredilen bu önlemlerin terörle ne alakası var?

Terörü önlemenin olmazsa olmazlarından biri, halkın teröristi küçümsemesini, neşesini bozmamasını, moralini yüksek tutmasını sağlamaktır. Ağaçları söküp çiçek saksılarını kaldırarak, sokakları şenlendiren çalgıcıları yasaklayarak, böylece halkı iyice kaygılandırıp korkutarak teröre karşı önlem alınır mı? Teröristin istediği şey tam da budur: eylemiyle insanların gündelik hayatını etkilemek, insanların neşesini kaçırmak, iktidarın halkta kaygı ve kuşku yaratacak önlemler almasını sağlamak!  

        Diktatörlük kurmak istiyorsanız Salazar’ın, Latin Amerika diktatörlerinin, hatta Hitler’in gerisine düşmeyeceksiniz. Hitler bile   1933-1939 arasında işçilerin katıldığı şamatalı tekne turlarıyla, millî bayramlarda danslı şarkılı birahane eğlenceleriyle halkın neşelenmesine önem vermiştir.

        Pandemiden istifade ederek müziği yasakladınız, insanların bir araya gelmelerini önlemek için il ve ilçelerdeki festivalleri yasakladınız, sudan bahanelerle şarkıcıları tutukladınız, BM’nin Kadına Şiddeti Önleme Günü’nde sokağa çıkan kadınları gözaltına aldınız, kolunu bacağını kırdınız. Dünyevi olan her şeye karşı alttan alta bilinçli ve sistematik bir engelleme faaliyeti yürütüyorsunuz. Uyuşturucu kullanma yaşı ilkokul seviyesine inmiş, bütün televizyon filmlerinde ahlakımız bozulmasın diye içki kadehleri buzlanıyor.

        Bu şekilde nereye?

Hareketinizin kurucularından Bülent Arınç bile “Aklımızı başımıza toplayalım, toplum cinnet getiriyor,” dedi. (Gerçi o, “cinnet geçiriyor” demişti. Doğrusu: cinnet getiriyor; yani içindeki cinleri dışarıya salıyor ya da dışarıdaki cinleri içinde topluyor, delirmek üzere, anlamında.)

        En iyisi siz, yine kurucularınızdan Cemil Çiçek’in dediği gibi “tevbe-i nasuh” edin (nasuh tövbesi: kişinin başka insanları ve Allah’ı aldatmak için değil, içten duygularla, manevi âlemde kendi vicdanıyla baş başa ettiği sahici tövbe).

        Fado’yu, festival’i yasakladınız; futbolu da kaybetmek üzeresiniz. Bütün Atatürk stadyumlarının adını değiştirdiniz de ne oldu?  Fenerbahçe Kulübü, kendi stadyumunun adına Atatürk’ü ekledi. Bunun bir eğilim olarak bütün futbol âlemine yayılmasını diliyor, Fenerbahçe Kulübü’nü kutluyoruz. Maç seyircisi dev stadyumlarda hangi sloganı atacağını, hangi marşı söyleyeceğini bilir. Futbolcu geçmişinize rağmen nedense futbolu yanınıza alamadınız, stadyumlar size yabancı kaldı.  

        Yirmi yılda yapamadığınız şeyi çöküşe geçtiğiniz şu evrede hiç yapamazsınız. Sütunlarını yıktığınız, malzemesini azar azar, sinsi sinsi aşındırdığınız yapının temelleri taş gibi, granit gibi sağlam duruyor.

Bakın İran’da böyle temeller yoktu.  Orada Misak-ı Millî, uluslaşma, başta laiklik olmak üzere Devrim Kanunları, savaşla silahla kurulan bir cumhuriyet olmadı; Monarşi’den doğruca şeriata geçtiler. Sermayedar esnaf kesimi (bazariler) mollalarla birleşti, ülkenin bütün entelektüellerinin, solcularının, sağcılarının ve liberallerinin  kırılmış kemiklerini bile ezerek yükselen  vahşi bir İslâm Cumhuriyeti, molla diktatörlüğü kuruldu.  Bu rejimde kültürel bir derinlik, felsefî bir anlam bulanlar şimdi mollanın sarığını isyankâr genç kuşağa nasıl kaptırdığını izliyorlar. İran’da uygarlık, özgürlük ve bilim bu sefer yenilse bile bir dahaki sefere kesinlikle kazanacaktır.

İran demişken şunu da belirtmeden geçmeyeyim ki hiçbir küresel ya da bölgesel jeopolitik kaygı, İranlı kadının rüzgârda özgürce savrulan saçının tek bir teline değmez.

Burada ve her yerde insanlar dev konserlerde birleşecekler, masaları sokaklara kurup sokak müzisyenlerinin eşliğinde şarkı söyleyecekler ve nihayet tahtları taçları haçları, en kibirli diktatörleri bile devireceklerdir.

Aynısı kendine özgü, yani nevi şahsına münhasır sosyalist Çin’de faaliyet gösteren küresel APPLE şirketinin fabrikasında karantina koşullarında aç bırakılarak çalışmaya zorlandığı için isyan eden ve polisten dayak yiyen işçiler için de geçerlidir. Sosyalizm günümüzde kapitalizmden kapitalizme giden uzun ve zahmetli bir yolu andırmakta, Çin’in kendine özgü sosyalizmi ise işçi sınıfını çokuluslu şirketlerin fabrikalarında öldüresiye çalıştırmak gibi görünmektedir.

Neyse, konuyu çok dağıttım…

        Tekrar bizim durumumuza dönerek özetlemek gerekirse, kendi yurttaşının yaşama sevincini sinsi sinsi yok etmeye yeltenen, pandemi ve terör bahanesiyle onun hayat alanını sürekli daraltan, hem korkutmaya çalışan hem de aç bırakan bir rejimin geleceği yoktur.

        Şu güneşli pazar gününde bu karman çorman yazıyı buraya kadar okuyabilenleri tebrik ediyor, herkesi hayatın her alanında her şeyi sorgulamaya çağırıyorum. Verilen emirlere kayıtsız şartsız itaat etmek zorunda değiliz. En azından balkonlara çıkıp müzik icra edebiliriz.  Veryansın, 27. 11. 2022