Yavuz Alogan
“Kırılgan Devlet” (Fragile State) kavramı 1990’ların başında icat edildi. Reel komünist sistemler bütünüyle çökmüş, sosyal demokrasi neoliberalizme eklemlenmiş, meydan dizginsiz kapitalizme kalmıştı.
Yeni ideolojik ortamda bazı devletlerin “kırılgan” olduğu saptandı. Bu devletlerin ekonomisi zayıftı, kalkınamıyorlardı, gelir eşitsizliği, dolayısıyla iç çatışma ihtimali vardı. Halkını mutlu edemeyen kırılgan devlete kırılgan olmayan devletler topluluğu müdahale etmeliydi. Kırılganlık ölçütlerini Dünya Bankası belirleyecek, projeler hazırlayacaktı.
Yeni bir küresel bakış açısı oluşmuştu.
Daha önce, uzun Soğuk Savaş döneminde, “kırılgan” diye bir kavram yoktu. “Az gelişmiş, geri kalmış ülke” deniyor, sosyalist sol bu ifadeyi, “geri bıraktırılmış” diye düzeltmeye çalışıyordu.
Dönemin Marksist iktisatçıları (mesela Sweezy-Baran-Magdoff üçlüsü), tekelci kapitalizmin bazı ülkelerin az gelişmişliğine bilinçli ve sistematik olarak süreklilik kazandırdığını, gelişmiş ülkelerin bu durumdan yararlandığını öne sürüyorlardı. Bağımlılık ilişkisine son verilmedikçe geri bıraktırılmış bir ülke iktisadi ve toplumsal olarak kalkınamazdı.
Az gelişmiş ülkeler nasıl kalkınabilirlerdi, kalkınabilirler miydi? Âdil bölüşümü sağlayarak halklarına sosyal refah, kaliteli eğitim, sağlık hizmeti, güvenlik sağlayabilirler miydi? Bunları nasıl yapabilirlerdi? Soğuk Savaş döneminin ideolojik rekabet ortamında esas sorular bunlardı.
Kırılgan devletlerin kırılgan olmayan devletler tarafından havadan kıyasıya bombalanması, bu devletlerin kendi içlerinde dinî, mezhebî ve etnik hatlar boyunca bölünerek çökertilmesi; nüfusun liyakatli, kalifiye unsurları gelişmiş ülkelere çekilip alınırken, geride kalan ahalinin kafa keserek, bıçaklayarak, ateşli silahla vurarak birbirini imha etmesi gibi şeyler, bazı Holivut filmleri dışında henüz hayal edilemiyordu.
Saldırı ve parçalanma süreci, 2000’li yılların başında, Bush Doktrini’yle başladı. Bazı devletlerin kırılgan olmakla kalmadıkları, aynı zamanda “Rogue,” yani serkeş, serseri, düzenbaz, hilekâr, haydut oldukları keşfedildi. En serseri devletler Irak, İran, Kuzey Kore, Libya, Küba’nın oluşturduğu çekirdekte yer alıyordu.
Aslına bakılırsa Atlantik sisteminin, 2014’te Rusya ihraç edildikten sonra G-7 olarak anılan ülkelerin dışında kalan bütün dünya devletleri serseriydi. Bunların ekonomilerini kayıt altına almak, servetlerini Nevyork, Londra, Tokyo borsalarında değerlendirmek, gümrük duvarlarını yıkmak, millî ordularını bozup küçültmek, silahlanmalarını engellemek, onları her türlü ulusal ideolojiden arındırmak, küresel olarak sermaye-mal-teknoloji dolaşımının önündeki bütün engelleri kaldırmak, her bir serseri devleti devasa bir serbest piyasa okyanusunda şehir devletlerini andıran küçük adacıklara bölmek, özerk yerel yönetimlere ayırmak gerekiyordu.
Bush Doktrini’ne eşlik eden iki önemli değişiklik oldu.
Birincisi, askerî alanda gerçekleşti. Soğuk Savaş döneminde nükleer saldırı bağlamında tartışılan “önleyici vuruş (preemptive strike)” kavramının kapsamı genişletildi. Bundan böyle henüz gerçekleşmemiş olan fakat yakın tehdit olarak algılanan her durum en güçlü konvansiyonel silahlarla askerî saldırının gerekçesi olabilirdi. Kavram, bir devletin ancak saldırıya uğradığı zaman kendisini silahla savunabileceğini öngören 51 Sayılı Birleşmiş Milletler (BM) Şartı’na aykırıydı. Fakat artık BM, önceki benzerinden, II. Dünya Savaşı’nı önlemeyi beceremeyen Milletler Cemiyeti’nden farksızdı. Şartlarını, ilkelerini, temsilcilerini ve askerlerini kimsenin taktığı yoktu. “Önleyici vuruş” kavramı yakın zamanda nükleer savaş konseptine aktarılarak yenilendi.
İkinci önemli değişiklik insan hakları kavramında oldu. İnsan artık “yurttaş” olmasından kaynaklanan haklara sahip değildi. Aslında insan yeni küresel sistemde yurttaş bile değildi; evrensel düzeyde bir mal ve hizmet müşterisiydi. Tüketme kabiliyeti kadar insandı ve hakları etnik, dinî, mezhebî mensubiyetiyle, cinsel tercihleriyle belirleniyordu. Söz gelimi, parçalanma sürecinde Yugoslavya Sosyalist Cumhuriyeti’nde yaşayan insan, yurttaş olarak değil, Hırvat, Sırp, Sloven olarak haklara sahip olacaktı. Sonunda her birinin payına küçük bir devletçik düşecekti.
Ortadoğu’da insan kendi devletine hukuki bağlılığından doğan hak ve sorumluluklara değil, etnik mensubiyetine, dinine, mezhebine, mezhebinin içindeki dallara kollara göre hak ve sorumluluklara sahip olmalıydı. Etnik temelli geç milliyetçi akımlar mensup oldukları devletten ayrılarak kendi devletlerini kurabilmeli, devlet yönetimi, hatta coğrafi bölgeler mezhepler arasında paylaşılabilmeliydi. Ülkeler birbirinden ölesiye nefret eden insan gruplarına ayrıldı. Ulus-devletler kendi içlerinde parçalanmaya, ideolojik, hatta coğrafi olarak uzlaşmaz çelişkiler içinde ufalanmaya başladı.
Savaş stratejisi de değişti.
II. Dünya Savaşı’nda ülkeler savaş yoluyla işgal edildi. Naziler mesela, ele geçirdikleri ülkelere kendi kamu yönetim sistemleriyle geldiler, kurdukları yönetim birimlerinin, protektoraların başına genellikle vekil yöneticileri getirdiler, Güney Fransa’da Mareşal Pétain, Çekoslovakya’da Emil Hácha gibi adamları kullandılar. Devlet kurumlarını tamamen imha ederek işgal ettikleri ülkenin halkını en ilkel koşullara mahkûm etmediler. Şiddet ve baskı yoluyla da olsa bir düzen kurma kaygıları vardı.
Oysa ABD’nin Baas rejiminin devrilmesinden sonra Irak’a Devlet Başkanı (Geçici Koalisyon Yönetimi Başkanı) olarak atadığı Paul Bremer, Irak Devleti’ni bütün kurumlarıyla birlikte feshetti, yönetimi Şiiler, Sünniler, Kürtler arasında paylaştırdı, Sünni Saddam’ı Şii mahallesinde astırdı, sınırsız nefret ve şiddet tohumları ekti, sonra mezhebî ve etnik kabile şeflerini bir araya getirip yönetimi onlara devretti, arkasında bir kaos bırakarak çekip gitti.
Yeni strateji kalıcı işgal/istilâ değildi. Kırılgan ya da haydut belledikleri ülkenin su ve doğal kaynaklarını nakil hatlarıyla birlikte askerî olarak elde tutuyorlar, çokuluslu şirketler bu kaynaklara üşüşüyor, lojistik imkânlar sağlanıyor, bu arada tarihi eserler çalınıyor ve kırk fraksiyona, mezhep ve mezhep içi gruba bölünmüş halk birbirini katletmek üzere kışkırtılıp serbest bırakılıyor, kendi kaderlerine terk ediliyordu. Serseri olmayan efendi devletler vahşi silahlı grupları hava bombardımanıyla, helikopterlerden açılan ateşle sığır sürüleri gibi yukarıdan, ajanları ve casusları aracılığıyla aşağıdan sevk ve idare ederek her hareketlerini kendi taktik ve stratejilerine uyarlamaya, böylece istedikleri sonucu almaya çalışıyorlardı.
Irak’ta bu karşılıklı katliam yıllarca sürdü. Şimdi Suriye’de başladı, tekrar Irak’a dönecek. Birbirlerinin kafasını keserek, bıçakla doğrayarak, kurşunlayarak, ellerini bağlayıp köpek gibi havlatarak üzerlerinde tepiniyorlar, Amerikan işi akıllı telefonlarıyla görüntüleri kaydedip sosyal medyaya yüklüyorlar.
Bu geniş nüfus gruplarının geleceği ne olacak? Eğitimleri, sosyal güvenceleri, sağlık hizmetleri?… Dibine kadar battıkları ortaçağ karanlığından nasıl çıkacaklar? Çıkabilecekler mi? Yıkılmış bir devleti yeniden kurmak, egemenliği millete iade etmek kolay değildir, yılları gerektiren, karmaşık, çok aşamalı, zahmetli bir süreçtir.
Suriye’de başlayan mezhep savaşının Irak’a geri döneceğini, İran’ı vuracağını, şu ya da bu ölçüde fakat kaçınılmaz biçimde Türkiye’ye de bulaşacağını, felaketli etkilerini Güney Kafkasya’dan Orta Asya’ya kadar çok geniş bir coğrafyada göstereceğini anlıyoruz.
1970’lerde, özellikle 1977-1980 arasında ülkemize ekilen dinî ve etnik nefret tohumlarının bu felaket ortamında yeşermesini önlemek için Devletimizin her türlü siyasî ve dinî etkiden arındırılarak Millî Mücadele ruhuyla yeniden örgütlenmesi, Kuruluş ilkelerine dönmesi ve varlığını bütün dünyaya ulusal kimliğiyle ispat etmesi, kabul ettirmesi asgari zorunluluktur. Saray rejiminin halk arasında yarattığı uzlaşmaz çelişkiler mutlaka giderilmelidir.
Bölge halkları da “Ya Ali, Ya Ömer!!!” nidalarıyla süren ümmet boğuşmasını bırakıp, millet olma bilinciyle ulus-devlet ve millî egemenlik anlayışına, laiklik ilkesine dönerlerse ancak emperyalizmin saldırı ve tahakkümünden, karşılıklı katliam felaketinden kurtulabilirler. Kırılgan olmasına, dışarıdan bakıldığında biraz serkeş gibi görünmesine rağmen, Devrimle kurulan Cumhuriyeti, tarihsel birikimi, engin ve benzersiz laisizm deneyimi sayesinde Türkiye’nin bu ortaçağ karanlığından en kısa sürede çıkma şansı ve imkânı en yüksek ülke olduğu gerçeği inkâr edilemez. Veryansın, 29. 12. 2024