Yavuz Alogan
Devlet postuna oturmuş bir siyasetçiyi ilk kez 1958 yılında yakından gördüm. Bir sonbahar günü, Edirne’deki Ziraat Bankası binasının terasında bir grup memur çocuğu, avazı çıktığı kadar bağıran bir kalabalığın neredeyse tekerleklerini yerden keserek omuzlamak üzere olduğu üstü açık siyah bir arabanın içindeki adamı, faltaşı gibi açılmış gözlerle, fakat hiç ses çıkarmadan seyrediyordu. Adam, Adnan Menderes’ten başkası değildi. Onun kızılımsı saçlarını (kına sürdüğü söylenirdi), yarısını geniş bir güneş gözlüğünün kapladığı ablak suratını, gene o zamanın tâbiriyle “beşuş” (hazla gülümseyen) çehresini, uzun siyah ceketini ve beyaz eldivenli ellerinin bana çok tuhaf gelen ahenkli hareketlerle inip kalkışını hiç unutmadım. Tesadüf şu ki, o günlerde sık sık Edirne Erkek Lisesi öğrencilerinin kukla gösterilerini izlerdim. Bu gösterilerin değişmez figürü, tuhaf bir tebessümle sürekli nasihat eden, siyah redingotlu, beyaz eldivenli ve melon şapkalı bir tipti. Tıpkı Menderes gibi ellerini sallayan o kuklaya biz çocuklar çok gülerdik. Fakat nedense Mendere’e gülememiş, o tuhaf manzarayı hayret dolu bir sessizlikle izlemiştik.
Sonraki yıllarda, halkın arasında ya da miting meydanında konuşan her “büyük siyasetçi”, ister gerdan kırıp gözlerini deviren Demirel, ister Avusturya işçi şapkası ve mavi gömleğiyle telaşlı hareketler yaparak konuşan Ecevit ya da bir cenaze levazımatçısını andıran kasvetli görünümüyle Türkeş olsun, bana hep 1958 yılının o sonbahar gününü, Menderes’in o tuhaf, kuklamsı görüntüsünü hatırlattı.
Aslında bu görüntü, çağrıştırdığı düşüncelerle birlikte son yirmi yıldır belleğimde biraz soluklaşmıştı. Fakat hiçbir şeyin sahici olmadığı şu son seçim kampanyası sırasında, bütün o kuklalar yenileriyle birleşerek kafamın içinde canlanıverdi. “Demokrasi” dedikleri şeye (onun devletli versiyonuna) inanmayı bir türlü başaramadığım için, seçime ilişkin her görüntü ve her ses bende epik tiyatroya özgü görsel ve işitsel bir “yabancılaştırma efekti”ne dönüştü ve kafam iyice karıştı.
Kukla tiyatrosunda iplerin görünmemesi gerekir. Bu yüzden fon ve ipler siyaha boyanır. Fakat bu seferki oyunda böyle bir kamuflaj şöyle dursun, halat kalınlığında ipler, kukla çaprazını tutan kaba eller, hatta bacaklar gövdeler, Atlantik ötesinden işletilen palangalar, makaralar neredeyse boylu boyunca milletin gözü önünde; lakin kukla oyunu hız kesmeden sürüyor.
“Siyaset Mühendisliği”
Bir seçimi meşru kılan nedir? İnsanlar bir lidere ve partisine neden oy verirler? Eğer ülkede görünmeyen bir güç, teknoloji marifetiyle siyasetçilerin yatak odalarına girip çekim yapıyor ve seçim öncesinde bir siyasal partinin liderini istifa ettirip, bir başka siyasal partinin bütün merkez yönetimini alaşağı edebiliyorsa, önce seçimi bırakıp bu görünmeyen gücün ne olduğunu açığa çıkarmak gerekmez mi? Yaşanan bu olaylar “seçim güvenliği”yle ilgili çok temel bir sorun değil midir? Üstelik liderini kaybeden parti (CHP) iktidar partisinin bir benzerine dönüşmüşse, yönetim kurulunu kaybeden partinin de (MHP) aynı çizgiye çekilmesi ya da baraj altı kalarak tasfiyesi öngörülüyorsa, yapılacak seçimlerin meşruluğundan söz edilebilir mi?
Edilememesi gerekir. Fakat insanlar bütün bu olup bitenleri kanıksamış görünüyorlar. Mesela, son yıllarda zuhur eden ıspanak saçları bembeyaz liberal bir Anayasa Profesörü, geçen gün bir tv’de mealen şöyle dedi: “Muhtemelen MHP’yi, tıpkı CHP gibi, demokratik siyasetin içine çekmek istediler.” Bak sen şu işe! Adam hukuk profesörü, feci demokrat, hatta Nazım Hikmet’in deyişiyle “demokrato liberal bir jurnal” yazmaya hevesli ve AKP’nin demokratik bir anayasa yapacağına inanıyor; lakin, “istediler” dediği kişilerin kim olduğunu düşünecek ya da telaffuz edecek yerde, rezaletin “demokratik siyaset” açısından yaratabileceği muhtemel olumlu sonuçları irdeliyor. Yani, “Bunlar parti yöneticilerinin yatak odalarından siyaseti belirliyorlarsa, yapamayacakları şey yoktur ve bu ülkede ‘demokrasi’den, hatta çok partili siyasal rejimden bile söz edilemez,” diyemiyor. “Komplo vardır, seçim güvenliği yoktur,” diyemiyor. Şöyle düşünüyor: “Birileri siyaset mühendisliği yapıyor ve bu komplo ülkeye liberal-küresel demokrasinin duhulü bakımından isabetlidir.”
Bu tipler, bu TESEV profesörleri ve onların çırakları, vesayete ve asker vasi’nin siyaset mühendisliğine karşı çıkıyorlar da, bilinmez bir gücün (?) seçimlere müdahale ederek, en iğrenç ve ahlâksız yöntemlerle anayasa yapacak parlamentoyu belirleme mühendisliğine, istedikleri her şeyi yapabilmelerine, balon iddianamelerle insan tutuklayıp yıllarca içeri tıkmalarına, “ayıp oluyor ama, evet” tavrı koyuyorlar. Askeri cunta, siyaset mühendisliğini hiç olmazsa Konsey kararları ve sıkıyönetim bildirileriyle yapıyordu. Yatak odası kasetleriyle memlekete demokrasi mi gelecek? Tanka karşı ya da bir piyade taburuna karşı mücadele edebilirsiniz; fakat bir görünüp bir kaybolan ve siyaset erbabını hallaç pamuğu gibi atan bu kukla tiyatrosuna karşı ne yapabilirsiniz? Memlekete demokrasi gelecekmiş de AB’ye girecekmişiz. Sevsinler sizin demokrasinizi! Neyle oynadıklarının farkında değiller.
“İnsan Derisiyle Kaplı Anayasa”
Yapılacak seçimler gayrimeşrudur. Bu seçimlerle oluşacak birbirine benzer iki buçuk partili parlamentonun dayatacağı anayasa iki kat gayrimeşrudur. Bu anayasaya dayalı olarak kurulacak yeni başkanlık sistemi ise üç kat gayrimeşrudur. Çoğunluğunu AKP’nin oluşturacağı bir parlamentonun kendisini Anayasa yapacak bir kurucu irade yerine koyması kabul edilemez. Yeni bir anayasa için halkın bütün kesimlerini, sendikaları, meslek örgütlerini ve siyasal partileri temsili olarak birleştiren kurucu bir iradenin, seçimle göreve gelecek ve işi bitince dağılacak yeni bir Kurucu Meclis’in oluşması gerekir. Ve zaten er ya da geç olacak olan da budur: kurucu bir irade ve yeni bir Kurucu Meclis.
Anayasalar her zaman büyük toplumsal mücadelelerin ürünü olmuştur; “İnsan derisiyle kaplı anayasa” sözü bunu anlatır. Bu sefer de öyle olacaktır. Ne kadar naif olursa olsun, halkın orta vadede AKP’nin anayasasına ve Amerikan tarzı bir federalist komediye razı olması mümkün değildir. Çok büyük iç çatışmalar olacaktır. Ayrıca bunlarda tek bir tuğla düşse duvarlarının yıkılacağını bilen insanların korkusu da hissediliyor. Başlattıkları sivil darbeyi, muhaliflerini kuklacılara havale ederek ve bir oy çokluğunu arkalarına alarak tamamlamak, fakat bunun gerektirdiği ve Atlantik ötesi efendilerine ödemek zorunda kalacakları bedelden de bir şekilde kurtulmak istiyorlar. Hem emperyal olacaklar, hem sıcak para gelecek, hem seçimleri kazanacaklar, kendilerine karşı olan her potansiyel gücü türlü çeşitli soytarılıkla ya da kitabına uydurarak tasfiye edecekler, bir de üstüne anayasa dikecekler. Hiçbir kuklacı ipleri ayağına dolaştırmadan böyle bir marifet sergileyemez. Belki de hegemonyalarını pekiştirmek için polis kuvvetlerini kullanarak, bir dizi “uzun bıçaklar gecesi”yle duruma tamamen hâkim olurlar ki, o zaman da her türlü direniş meşru olur.
Korku
Halkın büyük çoğunluğunun, özellikle de ülkenin batısındaki yoksul Kürt emekçilerinin, seçimleri yaklaşan bir felaket olarak algıladıkları kesindir. Evet AKP’ye oy verecekler, fakat AKP’nin seçimlerden sonra deneyeceği sistem değişikliğinden korkuyorlar. Nitekim İKSara’nın yaptığı ankete göre seçmenlerin % 42’si başkanlık sistemine karşı; AKP tabanının yarıya yakını da sistem değişikliğine olumsuz bakıyor. Ayrıca kentlere sıçrayan eylemler, Abdullah Öcalan’ın 15 Haziran tarihini işaret etmesi vb. de yaklaşan seçimlerin cehennemin kapısını aralayacağını gösteriyor. Batı’daki Kürt emekçileri de işler kızışır, Denizli, İzmir ve Mersin’de yaşanan olaylar yaygınlaşırsa ne yapacaklarını düşünüyorlar. Bununla birlikte, halkımızın seçimlerde ve askeri darbelerde genellikle güçlü görünene meylettiği dikkate alınırsa, bu korkunun sandığa yansıma olasılığı zayıftır.
Öte yanda, Kürt yurttaşlarımızın kendi kaderlerini tayin ederek, güneyinde öfkeli Sünni Araplar’ın, doğusunda Şii Fârısiler’in, batısında iç savaş manzaralarının yaşandığı Suriye’nin, kuzeyinde de öfkeli Türkler’in bulunduğu, ABD üsleriyle kuşatılmış bir bölgede BM gözetiminde “demokratik” bir devlet kurmak isteyebileceklerini düşünmek de pek mantıklı görünmüyor. Bunun en somut göstergesi, İmralı’daki “Önderlik”in son beyanatlarıdır. “Bir söz söyleyin, savaşı bitireyim,” diyor. Yeter ki, “Demokratik anayasayla çözüm geliştireceğiz, Kürtleri sürece dahil edeceğiz,” deyin. Bugünün dünyasında bunu orta vadede diyemeyecek bir iktidar düşünmek çok zordur. Kürtler ve “Önderlik”leri 1921 Anayasası’nın bugünün koşullarına uyarlanmasını istiyorlar. AKP ise Kürtler’in taleplerini İslam kardeşliği bağlamında, F-tipi örgütlenme ve Mustazaf-Der gibi hareketlerle etkisiz kılmaya çalışıyor. Kürtler de buna tepki olarak Kürtçe hutbe okuyan imamların arkasında namaza durarak tepki gösteriyorlar. Taban kaygılarıyla AKP’yle dindarlık yarışa girmek, orta vadede Kürt hareketini Filistin’de Marksist olarak başlayıp İslamcılığa kayan kurtuluş örgütlerinin kaderine sürükleyebilir. Oysa PKK, kuruluşunda kadını evinden çıkarıp gerilla yapan, ağalara, şıhlara, şeyhlere, mirlere pabuç bırakmayan modern/Marksist bir örgüttü. Türkiye Kürtler’inin kaderi de bütün toplumsal ve siyasal kesimlerin temsil edileceği, tarikatların ve cemaatlerin olmadığı, özgür yurttaşların Kurucu Meclis’ine bağlıdır.
Bu seçimlerde CHP oylarının %28’in altına düşmesi, bu partinin bölünmesi anlamına gelir. Alacağı oy ne olursa olsun seçimlerden sonra CHP’nin güçten düştüğünü göreceğiz. MHP’nin de baraj altında kalması halinde AKP tek başına yasama organına hâkim olacaktır ve “demokrasinin allahı” işte o zaman başımıza gökten nur misali yağacaktır. Seçmenlerin bir basiret örneği göstererek oylarıyla seçimlerin felaketli bir sonuç vermesini önleyeceklerini, AKP’nin tam bir hegemonya kurma imkânını ortadan kaldıracaklarını umut edelim. Parlamentoya girmeye pek meraklı olan sosyalistlere de, “Yoksulluğun filozofu” Joseph Pierre Proudhon’un şu sözünü hatırlatalım: “Ülkenin durumu hakkında en cahil insanların hemen her zaman ülkeyi temsil edenler olduğunu anlamak için Ulusal Meclis denilen o tecritte yaşamak gerekir … Halk korkusu otoriteye mensup olan herkesin hastalığıdır; halk, iktidarda olanlar için bir düşmandır.” RED, 24. 05. 2011