BAŞKASININ SEVİNCİ

Yavuz Alogan

Başkasının sevincine uzaktan bakmak hüzün vericidir.  İnsanlar  sokakta vur patlasın çal oynasın slogan ve göbek atarken, Marx’ın sözünü ettiği “kanatlarını sadece alacakaranlıkta açabilen Minerva’nın baykuşu” gibi kasvetli düşüncelere gömülmek nasıl bir kaderdir?

         Geçmişe baktığım zaman toplu sevincin parçası olabildiğim zamanların pek az olduğunu görüyorum. Bunların ilki 12 Mart Muhtırası’nın (1971) verildiği gündür. Siyasal’ın kantininde kısa süren bir neşe patlaması olmuştu. Beklenen devrim başlamış gibi görünüyordu. Tabiî o sırada kimse 9 Mart’ta hesabımızın kesildiğini bilmiyordu.

         1986-91 arasında da toplu bir umut ve sevincin parçası oldum.  12 Eylül rejiminden çıkışta bütün sosyalist solu birleştirmek için yola koyulan birleşik sosyalist parti, 24 Ocak kararlarının ezdiği işçi sınıfının ansızın serbest kalmasıyla başlayacak müthiş bir devrimci sürece önderlik edecekti. Yine o sıralarda Sovyetler Birliği’nde tuhaf şeyler oluyordu; yoksa Troçki’nin kehaneti doğrulanıyor, “devrimini tamamlamış ülkelerde işçi sınıfının yozlaşmış bürokrasiye karşı politik devrimi” mi başlıyordu?  Çok heyecanlı ve umutlu bir dönemdi.

         ÖDP’nin kuruluşundaki sevindirik ortamın  bir parçası olmadım.  “Aşkın ve şaşkın” partisinde tuhaf ve yerine oturmayan bir şeyler vardı. Kurucusu olduğum, yönetiminde yer aldığım bu partinin sosyalist solu  farklı bir kıyıya taşıyıp dağıtmak gibi bir işlev göreceğine dair içimde kuvvetli bir his vardı. Doğru çıktı.

         14 Nisan 2007’de Ankara’da yapılan Cumhuriyet mitingi bende büyük bir sevinç ve umut yarattı. Muazzam bir kalabalık ve coşku vardı. Türkiye’nin AKP gericiliğine mahkûm edilemeyeceğini düşündüm, kurtuluşun yakın olduğunu gösteren belirtiler gördüğümü sandım.

         Tekel Direnişi de benzer duygular uyandırdı. Aralık 2009’da Sakarya sokaklarındaki direniş çadırlarını gezerken, “sınıf mücadelesinin yükselişi sosyalist solun en farklı gruplarını bile birleştirir” gibi şeyler yazmayı tasarladığımı hatırlıyorum. O sırada Türk-İş yöneticileri, işçilere “Aranıza yabancıları sokmayın!” diye anons yapıyorlardı. Buna rağmen, öyle umutlanmış, yorulmuş ve aç kalmıştım ki aşırı sevinçten herpes zoster (zona) hastalığına yakalandım. Hastalık, ansızın yükselen “sınıf mücadelesi” yatışırken geçip gitti.

         TGB’nin önderlik ettiği muazzam gösteri ve yürüyüşler ile Haziran Ayaklanması da bende coşku ve sevinç yarattı. O sıralarda başbakan bir kente gelmeden önce polis TGB’lileri gözaltına alıyor, bütün belirtiler çok güçlü ve militan bir gençlik hareketinin yolda olduğunu gösteriyordu.         

Silivri duvarları yıkılıp yurtseverler serbest kalınca patlak veren sevinç ve coşkunun güçlü bir siyasî akım yaratacağını, yeni bir başlangıç olacağını düşünmemiş bir yurtsever yoktur herhalde.  Fakat hemen ardından, genel seçimlerden önceki “zafer” vaatlerinin, zamanla karışık mesajlara dönüşerek düşünce ve eylem alanını sürekli daralttığını gördüm.

Millî Anayasa Forumu ve bir süre içinde yer aldığım Millî Anayasa Hareketi de umut vericiydi.  Buna rağmen Saray, düveli muazzama’nın uzun zamandır Türkiye için istediği Başkanlık Anayasası’nı çatır çatır yürürlüğe koyarak rejimi değiştirdi. Ve bütün siyasî toplum, bu inanılmaz gerilemeyi meşru kabul ederek, yere tebeşirle çizilen o dar sahanın içinde hiçbir şey olmamış gibi top çevirmeye devam etti.

         Yaşım 70’e doğru evrilirken kafam çalışmaya başladı. Kitabî bilgi/ teori ile    somut durumun tahlili/ pratik arasındaki farkı, hayatın her zaman düşünceyle örtüşmediğini kısmen de olsa anlamaya başladım. Bunun bedelini aklın kötümserliğinin iradenin iyimserliğine ağır basmasıyla ödedim. Bir de siyasette papağan gibi aynı şeyleri tekrarlayarak propaganda yapmanın sahada uzun vadeli, sabırlı ve birleştirici çalışmanın ve kısmî de olsa başarının yerini asla  tutamayacağını öğrendim. Kitleleri etkilemek ve onlara önderlik etmek için  onların içinde olmak gerektiğini; mevcut kitlenin dışında bir kitle aramanın, mevcut kadroyu geriye iterek dışarıdan alınan insanlarla vitrin düzenlemeye çalışmanın zarar verdiğini gördüm. Bir de mütevazı olmanın, hatada ısrar etmemenin, gerektiğinde dürüstçe özeleştiri yapabilmenin siyasette başlı başına bir erdem olduğunu keşfettim.  Ve en önemlisi -Berat Albayrak’ın dediği gibi, “Buraya lütfen dikkat!”- laikliği politik sebeplerle sulandırmanın en büyük hıyânet-i vataniye olduğunu kesinlikle anladım. Aydınlık, 28. 06. 2019