Yavuz Alogan
Şu sıralarda Türkiye’nin en önemli kurumu Sayıştay. Ölmüş bir adamın uzayan sakalları gibi faaliyetini sürdürüyor ya da karaya vurmuş balık gibi arada bir çırpınarak hayat belirtisi gösteriyor. Nabız alabildiğimiz neredeyse tek kurum. Denetlemeye çalışıyor…
Daha geçen gün Hazine’ye ait 70 bin konutun hesaplarda görülmediğini açıkladı. Konutlar gerçekte var fakat hesaplarda görülmüyor, kaybolmuş. Yani aslında bu konutlar varmış fakat Sayıştay’a sunulan tablolarda yokmuş. Konutlara acaba ne olmuş?
Sayıştay bu kez Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nı denetliyor. Bakanlığın depolarında bekleyen, trafikten men edilmiş 47 bin aracın 12 bin adedinin tasfiye süreci tamamlanmış fakat 35 bin civarında araç otoparklarda çürümüş, parçaları sökülüp alınmış. Bazı araçlar bütünlüklü olarak envanterde görülüyormuş fakat bunlar da arandığında bulunamıyormuş. Arabalar yok olmuş. Yoksa çalınmış mı? CHP’nin Mersin Milletvekili feryat ediyor: “Evet Sayın Bakan, milyonlarca liralık bir zarar var. Kim bu parçaları aldı? Kim bu arabaları yok etti? Çık ve hesap ver!” Fakat ses yok…
Anayasal bir kurum olarak Sayıştay’ın, Nebati Bey’in neoklasik ekonomi düşüncesinden epistemolojik bir kopuş gerçekleştiren heteredoks yaklaşımının kapsamında bir kusur gibi durduğunu, davranışsal ekonomi ile nöro ekonominin önemini gölgeleyen bazı çıkışlar yaparak muhalefetin eline koz verdiğini anlıyoruz. Bu tarihi kurumun geleceğinden endişe ediyoruz.
Bu arada Saray’da postmodernist bir ekonomistin yuvalandığını, Amerika, İngiltere ve Almanya başta olmak üzere belli başlı ülkelerin heteredoks literatürünü tarayarak ekonomist cumhurbaşkanımızın ve maliye bakanımızın konuşmalarını kaleme aldığını düşünüyoruz.
Sayın Reis’in “Ekonomistim ben” ya da “Ekonomist benim” gibi bir öztanımlama ifadesinin ardından söyledikleri, faiz ile enflasyon ilişkisini kurarken kurduğu cümleler, gene Nebati beyin “ekonomi gözlerdeki ışıltıdır” sözleriyle başlayan açıklamaları, hep Saray’daki postmodernist teorisyenin eseri olmalı. Heterodoksi öylesine derin ki ülkenin bütün sahici ekonomistleri dikkat kesilmiş olup biteni anlamaya çalışıyor.
Saray’da postmodernist bir konuşma yazıcısının yanı sıra bir de Hurûfiyat Ofisi’nin faaliyet gösterdiğinden hep kuşkulandım. Bilindiği gibi Hurûfilik kutsal metinlerdeki harf ve sözcük sayısının şifreler içerdiğini iddia eden kadim bir ilim türüdür. İşte bu ilimle mücehhez olan Saray’daki Hurûfiyat Ofisi halkı millî bayramlardan soğutmak ve Sayın Saray’ın önemli hamleler yaptığı günleri tarihî olaylara denk getirerek tarikat ve cemaatlere mesaj vermekle görevli olmalı.
Mesela “Açıklama” yapan amirallerin tam da 27 Mayıs günü ifadeye çağrılmaları ya da Taksim Camisi açılışının tam da Haziran Ayaklanması’nın ilk gününün yıldönümüne denk getirilmesi rastlantı olabilir mi?
Fakat Ofis’in en büyük eylemi siyasî iktidarın Ayasofya Kalkışması sırasında yaşandı. Aslında bu büyük olay kendi başına bir sembolizm içeriyordu. Zira Ayasofya Camii Kebiri’nin açılış töreniyle bütün dünyaya Cumhuriyet Devrimi’yle hesaplaşmanın tamamlandığı ilan edilmiş, namaz safında toplanan devlet ricâlinin karşısına elinde kılıçla çıkan Diyanet İşleri Başkanı Cumhuriyet’i kuranlara lanet okumuştu. Bu olay, yarattığı derin ve kalıcı etkiyle birlikte, baş döndürücü bir hızla oluşan ve değişen gündemin çatlaklarından akıp giderek maalesef unutuldu.
Karşıdevrimi tarihe mühürleyen bu olay esrarengiz rakamsal ve tarihsel denk düşürmelerle gerçekleşti. Mesela Danıştay, Ayasofya kararını saat tam 14.53’de (1453, İstanbul’un fethi) açıkladı. Bunun nasıl mümkün olabildiğini hâlâ anlayabilmiş değilim. Danıştay’a talimat verilmiş olabilir mi, mesela saat 14.00’de ya da 15.00’de değil de tam 14.53’de açıklama yapacaksınız diye? Sayın yargıçlardan biri bile çıkıp “Yahu, neden 14.53?” diye sormamış olabilir mi?
Peki Sayın Reis’in Ayasofya konuşmasına saat tam 20.53’te (fethin 600. yıl dönümü ve AKP’nin 2053 hedefi) başlamasına ne demeli?
Peki nasıl oldu da Ayasofya Camii Kebir’i tam da 24 Temmuz’da (1908 Hürriyet Devrimi’nin ve Lozan Antlaşması’nın yıldönümü) kılınan Cuma namazıyla ibadete açıldı.
Esrarengiz işler bunlar!
Çelişkinin spesifik evrenselliği prosesinde Cumhuriyet’in Aydınlanma düşüncesinden epistemolojik ve metafizik bir kopuşu temsil eden bütün bu heterodoks yaklaşımların muhalefet partilerinde davranışsal bir sapmaya yol açtığını ve bizim gibi sıradan yurttaşların periferik sinir sistemini bozarak nöropatik ağrılara sebebiyet verdiğini söylemek durumundayız. Yanlış hatırlamıyorsam şair Baudelaire’e ait olan “Var olmayışın saflığında evren küçük bir kusurdur” dizesine perende attırarak, “Cumhuriyet Aydınlanması ve laisizmin bıraktığı boşlukta Saray büyük bir kusurdur” diyebilir miyiz?
Öte yanda rahmetli annanem sınavların başlaması gibi sıkıntılı durumlarda “Az kaldı, maraz kaldı” diyerek torunlarına cesaret verirdi. Yakında sıkıntı bitecek fakat öncesinde çok zor, bizim örneğimizde ise aşırı tehlikeli bir durumun aşılması gerekecek, anlamında…
Şu yağmurlu pazar gününde herkese sabır, metanet ve akıl sağlığı diliyorum. Veryansın, 02. 10. 2022