DÖNER USTASININ TARABYA EKİBİ

Yavuz Alogan

Diplomatik ziyaretlerde karşılamaların, törenlerin, armağanların, seçilmiş kişilerle yapılan özel toplantıların, hatta duruşların bakışların kaş çatışların bile sembolik bir değeri, konjonktür bağlamında yorumlanması gereken anlamları vardır.

Bu açıdan bakıldığında, Bundespraesident Frank-Walter Steinmeier’in 1961’de Almanya’ya gönderilen ilk işçi kafilesinin yola çıktığı Sirkeci Garı’nda “yakın insanî bağlar”dan söz etmesine rağmen, ülkemize 60 kiloyu mütecaviz bir döner tomarıyla gelmesini tam bir Alman hödüklüğü olarak görmek lâzım gelir.  Alman basınında bile “döner yüzünden bizi ciddiye almayacaklar” gibi eleştiriler oldu.

Alman Cumhurbaşkanı beraberinde Mustafa Kemal’in  Aralık1917’de  Kayzer II. Wilhelm, Mareşal Hindenburg ve General Ludendorf’la Almanya’da çekilmiş bir fotoğrafını  getirip Sayın Saray’a armağan edebilirdi mesela.  Böyle bir jest Türkiye’deki iktidarın ve muhalefetin içinde bulunduğu ideolojik iklime ters düşmekle birlikte, mevcut dünya savaşı konjonktürüne ve yeni Alman “Ostpolitik”ine (Doğu Politikası) daha uygun olurdu.

Sayın Saray’ın Alman Cumhurbaşkanı’na armağan ettiği 1898 basımı “Almanca’dan Türkçe’ye Lügat Kitabı” ile Alman İmparatoru I. Wilhelm’in 1884’te Sultan II. Abdülhamid’e yazdığı mektubun birebir kopyası, kültür ve tarih açısından yağlı döner tomarına kıyasla çok daha görgülü ve anlamlı oldu.

 Vatansever Doktor Doğu Perinçek de 2017’de, Steinmeier Cumhurbaşkanı seçildiğinde, kendisine bir dostluk mektubuyla birlikte Goethe’nin “Batı-Doğu Divanı” kitabını göndermişti. Zarif bir armağandı.  O sırada  Steinmeier, Sayın Saray’a ateş püskürüyor, her zaman büyük güçlerin dikkatini çekmeyi başaran Vatansever Doktor ise her zamanki aculluğuyla   Alman Cumhurbaşkanı’nın “çok kutuplu dünya” mücadelesini güçlendireceğini, Avrasya’nın insanlığa kazandıracağı değerler için yürütülen çalışmalara katkıda bulunacağını iddia ediyordu (bkz. Aydınlık, 28. 03. 17).

Herkes yanılabilir.  Almanya konusunda Margaret Thatcher’ın haklı çıktığını anlıyoruz. İki Almanya birleşirken, Londra’daki Fransız büyükelçiliğinde 11 Mart 1990 akşamı verilen bir resepsiyonda Fransız muhataplarına, Berlin’in Avrupa’nın en büyük gücü hâline geleceğini, Orta Avrupa’daki küçük ülkeleri kendi yörüngesinde toplayacağını, AB’nin inşasına hükmedeceğini söylemişti. Yüz yüze görüşme sırasında Gorbaçev’den iki Almanya’nın birleşmesini önlemek için elinden geleni yapmasını isteyen Thatcher, Amerikalı muhataplarına da şöyle demişti: “Birleşik bir Almanya istemiyoruz. Böyle bir durum II. Dünya Savaşı sonrasında çizilen sınırları değiştirir. Buna izin veremeyiz” (Milliyet, 12. 09. 09).

Şimdi o aşamanın başlangıcındayız. Avrupa’da Almanya’nın, Pasifik’te ise Japonya’nın gelişmiş endüstrileriyle Batı’nın küresel savaş ekonomisine katkıda bulunmakla kalmayacaklarını, uzun vadede II. Dünya Savaşı’nda uğradıkları kayıpları telafi etmeye de yöneleceklerini anlıyoruz. Alman askeri II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez Baltık bölgesine ayak bastı. Rus füze üslerinin bulunduğu Kaliningrad’a komşu Litvanya’ya aileleriyle birlikte 4 bin askerden oluşan bir tugay yerleştirdiler. Bu ayın başında, Letonya’nın Lielvarde  Hava Üssü’nden kalkan Alman savaş uçakları Rus istihbarat uçağını engelledi (Airlinehaber, 07. 04. 24). Steinmeier 2021 sonbaharında Baltık ülkelerinin başkanlarıyla Berlin’de yaptığı özel görüşmeden sonra “Demir Perde üzerimizde hâlâ bir etkiye sahip” (Sözcü, 16. 06. 21) dedi, Baltık ülkelerini defalarca dolaştı, Ukrayna ile bölge arasında gidip geldi. Almanya neredeyse fiilen savaşın içinde.

Almanya’nın NATO’yu arkasına alarak yeni bir “Ostpolitik” belirlediğini; Hitler’in benimsediği, 19 yüzyıldan kalma Drag Nach Osten (Doğuya girelim/nüfuz edelim) düşüncesiyle ve bu kez -elbette- “demokrasi” misyonuyla Orta ve Doğu Avrupa’nın Slav bölgelerine yöneldiğini söylemek yanlış olmaz. Bu bağlamda Almanya’nın, NATO üyesi Türkiye’ye ilişkin samimi (samimi!) jeostratejik kaygı ve niyetleri ne olabilir? Acaba ABD bunlara Türkiye’yle ilgili görev mi verdi?

Neyse, spekülasyona saparak konuyu dağıtmayalım.

Steinmeier Türkiye’deki seçkin ekibini Tarabya’daki Alman rezidansında topladı. Tezgâh kurarak kendi eliyle döner kesip, konuklarına ikram etti. Rezidans’ın bir köşesindeki Alman  askerî mezarlığında yatan, vasiyeti üzerine Türk ve Alman bayraklarına sarılarak defnedilen 6. Ordu Kumandanı Müşir Von der Goltz Paşa’yı (1843-1916) anarak tarihe anlamlı bir göndermede bulunabilirdi ama bunu yapmadı. Seçkin konuklarıyla birlikte döner yiyordu.

Konukların kimliği ve mütebessim fotoğrafları başlı başına bir mesaj değeri taşıyordu. İki sayfa dokuz maddelik Şövalye Gül, Türk Dışişlerinin Amerikancılığıyla maruf vazgeçilmezi Sinirlioğlu, yerden bitme Zelenskiy Pinokyosu, HDP’nin sabık başkanı bölücü hukuk profesörü Mithat Sancar … hep birlikte muhtemelen Türkiye’nin nasıl “demokratik-tik”leşeceğini  konuştular. Toplantıdan sonra heyet tam bir fars (kaba güldürü) örneği sergileyerek Orhan Pamuk’un “Masumiyet Müzesi”ni gezdi. Böylece demokratik-tik ve aşırı derecede çağdaş bir masumiyet ortamı oluştu. 

Alman Cumhurbaşkanı döner partisinde “Demir Perde”den söz etmedi,  “NATO’da ve şu anda Ortadoğu’da yaşanan dramatik ve son derece tehlikeli kriz durumu karşısında çok yakın bir işbirliği içindeyiz,” demekle yetindi. Almanya örneğinden hareketle, göçmenlerle kaynaşmanın ne kadar değerli ve insanî olduğunu anlattı. Siz de kendi göçmenlerinizle kaynaşın, onları bizden uzak tutmaya devam edin demiş oldu.  Neredeyse eşzamanlı olarak İmamoğlu, “Kullandığımız kredilerin bir kısmını mültecilerin entegrasyonu için kullanacağız,” diyerek göz kırptı.  Veli Ağbaba ise “Suriyeli sığınmacıların Türkiye’de kalıcı oldukları kabul edilmeli ve mülteci statüsü verilerek entegre edilmeli,” diyerek daha açık konuştu.  Fakat Özgür Özel “Entegrasyon politikamız yok,” diye kestirip attı. Henüz karar veremedikleri ya da ikna edilme aşamasında oldukları anlaşılıyor. Bence danışmanları yetersiz ya da elçiliklerle henüz eşgüdüm ve entegrasyon sağlayamadılar.

Bundan sonra Almanya’nın Türkiye’de bir “ikili iktidar” durumu varmış gibi davranacağını, muhalif belediyeleri ve Batı’ya dönük sivil toplum örgütlerini her türlü projeyle destekleyeceğini, onlara parasal imkânlar sağlayacağını, özellikle de Tarabya ekibiyle iş tutacağını, ekibin fertlerini ayrı ayrı parlatacağını anlıyoruz.

Sayın Reis dışlandığını hissetmiş olmalı. Döner ustası Alman Cumhurbaşkanı’na kayıtsız bir tavırla elini uzatırken, “N’aber, lan!” tadında “How are you?” demesi eğlenceliydi.

   Temel soru şudur: Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin jeopolitik konumu ne olacak?

Bu soruda kendiliğinden ya da dışarıdan şekillenmesine izin verilemeyecek kadar belirleyici bir beka sorunu gizli. Domates marul et süt fiyatlarından, hatta anayasa tartışmalarından bile daha önemli bir sorun…  Fiyatlar nasıl olsa düşer, şu ya da bu şekilde bir anayasa yapılır. Anayasa nosyonu zaten kayboldu, yıllardır yok. Bundan sonra ancak toplumsal ya da politik devrimle sahici bir anayasa yapılabilir.  Fakat şu vakitte yapılacak jeostratejik bir hatanın gelecekte telâfisi kesinlikle mümkün olmayacaktır.

Son günlerde zihnimin bir köşesinde sürekli Talat Paşa’yla konuşuyorum. Böyle hayali konuşmaların benim gibi yetmişini geçmiş biri için hayra alâmet olmadığını (!) elbette biliyorum fakat elimde değil…

Talat Paşa Merkez-i Umumî binasından çıkarak Divanyolu boyunca yürüyor. Günümüzde Ziya Gökalp’in de yattığı Sultan Mahmut Türbesi’nin önünden geçerek Sultanahmet Meydanı’na yöneliyor. “Bir devir kapanmıştı,” diye anlatıyor. “Hayatımda çok nâdir olarak yalnız kalmak ve düşünmek ihtiyacını ‘o ân’ kadar derinden duyduğumu hatırlamıyorum. Yakın arkadaşlarımın, tahmin ederim yadırgama ve hayreti içinde aralarından süzüldüm ve  … daha bir hafta evvel âsîlerin hâkim olduğu meydanı dolduran halkın arasından, rüyâda gibi sıyrılarak deniz cihetine indim” (aktaran Cemal Kutay 1983, c. II, s. 637).

31 Mart ayaklanması bastırılmış ve II Abdülhamid tahttan indirilmiştir. Talat Paşa, arka cebinde Browning tabancasıyla deniz cihetine inerken, İttihat ve Terakki Fırkası’nın 1908 Devrimi’nden sonraki durumunu değerlendiriyor: “Devir aldığımız idarenin hususiyetlerini ve terkibini, hâdiseler bilmeceleşmiş hüviyeti ile önümüze dikildikçe öğreniyorduk: Büyük kısmı ne iştirâk, ne tatbik etmemiz mümkün olmayan şekil ve tarz içinde sistem olmaktan çok şahsî idiler ve tek kişinin varlığında toplanmışlardı: Sultan Hamid’in…” (agy, s. 636).

Günümüzün vahim koşullarında ülkemizin Talat Paşa’nın zihniyetine, ahlak ve cesaretine sahip tek bir devlet adamına ya da siyasî şahsiyete sahip olmamasının sebebi nedir? Veryansın, 28. 04. 2024