Yavuz Alogan
Savaşlar bir kez başladığında kendi kurallarını dayatarak gelişirler ve her evrede beklenmedik durumlar yaratarak öngörülemeyen sonuçlara yol açarlar.
Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen önce savaş ekonomisine ve askeri teknolojiye ilişkin çeşitli teoriler geliştirildi. Bunlardan ikisi özellikle anılmaya değer. Birine göre, silahların yıkım gücü arttığı için savaş kısa sürecek ve taraflardan birinin silah teknolojisini etkin biçimde kullanmasıyla diğerinin savaştan çekilmesi hızlı bir barışı mümkün kılacaktı. Diğerine göre, uzun süreli savaş ve kesin bir zafer imkansızdı, çünkü galip gelen tarafın iktisaden çökmesine yol açacaktı. Dönemin bütün askeri düşünürleri savaşta çok az can kaybı olacağına inanıyordu. Oysa beş yıl süren savaş boyunca günde ortalama 6000 kişi ölecek, dönemin üstün silah teknolojisi kolay bir zafere değil bütün cephelerde kilitlenmeye yol açacaktı.[i]
Benzer bir durum İkinci Dünya Savaşı öncesinde de görüldü. Almanlar, General Heinz Guderian’ın geliştirdiği, uzun menzilli tank harekâtına dayanan blitzkrieg (yıldırım savaşı) yöntemiyle kısa sürede bütün Kıta Avrupası’nı dize getireceklerine ve İngiltere ile ABD’yi savaşın dışında tutacaklarına inanıyorlardı. Orta ve Batı Avrupa’da başarıya ulaşan bu yöntem, Güney Avrupa’da etkisiz kaldı ve Guderian’ın panzer birlikleri Stalingrad önlerinde kendisinden çok daha zayıf ve dağınık güçler karşısında bozguna uğradı.[ii]
Müttefiklerin blietzkrieg’e yanıtı, “stratejik hava bombardımanı” idi. Bu yöntem Alman işgalindeki kentlere ve Alman sanayi bölgelerine uygulanacak ve düşmanın teslim olmasına yol açacaktı. Ancak daha sonra yapılan araştırmalar, “stratejik hava bombardımanı”nın aşağıdaki insanlar üzerinde çok büyük bir yıkıcı etki yaratmadığını ortaya koydu. [iii] Bu yöntem, sivil halkın dayanışma duygusunu arttırıyor, askerleri de uğradıkları kayıpları telafi etmek için yaratıcı yöntemlere zorluyordu. Almanlar’ın Londra’ya önce Zeplinlerle daha sonra hafif bombardıman uçaklarıyla yaptıkları saldırıların da asker ve sivil İngilizler üzerinde benzer etkiler yarattığı ispatlandı.
Almanlar savaşın ikinci yarısında blietzkrieg taktiklerini bırakarak tahkimat düzenlerine geçerlerken, “stratejik hava bombardımanı”ndan sonuç alamayan Müttefikler de amfibik çıkarma ve piyade savaşı kabiliyetlerini geliştirmeye başladılar. Her iki savaşta da savaş öncesinde askeri harekât bazında geliştirilen strateji ve taktiklerin öngörülemeyen nedenlerle geçersiz kaldığına tanık olundu.
YUGOSLAVYA VE AFGANİSTAN
NATO’nun Yugoslav devletini parçalama seferi sırasında da askeri öngörüler gerçekleşmedi. Asker kayıpları konusunda çok hassas olan Amerikalılar, yoğun bir hava bombardımanıyla Sırp kuvvetlerini tamamen yok edeceklerini ve Miloseviç iktidarını çökerteceklerini düşünmüşlerdi. Hava akınları Kosova’da köprüleri yıktı, boşaltılmış kışla binalarını yerle bir etti; ordunun çoktan ıskartaya çıkardığı kamyonları havaya uçurdu, açık araziye yerleştirilmiş ve hepsi tahtadan yapılmış yüzlerce helikopter, tank ve top maketini tahrip etti. Bu arada sabit askeri iletişim hatları kesildi, ancak mobil telsizlere karşı 15 000 feet yükseklikten yapılabilecek bir şey yoktu. NATO uçakları, fabrikaları, Belgrad’da bir çocuk tiyatrosu binasını, Çin konsolosluğunu vurdular; bir Mülteci kampına ve çeşitli mülteci konvoylarına ateş açtılar. Bütün bunlara rağmen, Miloseviç’in yerinden edilmesi ve iktidar değişikliği, çok sonra, Batı yanlısı NGO’ların faaliyetiyle ve dışardan yönlendirilen entrikalarla mümkün oldu. Bombardımandan hemen sonra Kosova’ya giden Regis Debray, burada da hava akınlarının halkın dayanışma duygularını arttırdığını, insanların “her iki tarafın da ölü verdiği gerçek bir savaşı” tercih ettiklerini ve öfke içinde olduklarını saptadı. [iv]
Bütün dünyaya seyirlik olarak izletilen Bağdat bombardımanının rövanşını oluşturan 11 Eylül New York saldırısının ardından gerçekleştirilen Afganistan bombardımanı da kesin bir sonuç vermedi, tam aksine, ABD ve Avrupa halklarında büyük korkular, paranoid reflesksler yaratan tehlikeli bir belirsizliğe ve saldırıya uğrayan bölgelerde bir iç savaş potansiyeline yol açtı. El Kaide militanları, özellikle Tora Bora’da kısmi kayıplara uğramalarına, esir vermelerine rağmen, önder kadrolarını korudular ve silahlı olarak bütün Ortadoğu bölgesine yayıldılar. Afganistan’ın içinde bile tam bir hâkimiyet sağlanamadı. Amerikan petrol şirketlerinin adamı olan Karzai’yi ayakta tutmak için gönderilen uluslararası güç sadece Kabil ve cıvarında güvenliği sağlayabildi.
ABD’nin Afganistan’da içine düştüğü çıkmaz 22 Ocak 2002 tarihli STRATFOR stratejik analizinde açıkça ortaya konulmuş, Afganistan’da hızla gelişmekte olan “factionalism” ve “warlordism”in (hizipleşme ve savaş ağalığı) parasal yardım ve askeri güçle önlenemeyecek boyutlarda olduğu açıkça ifade edilmiştir. Şimdiki halde, Batılı askerlerin incinmemesi için, PKK’ya karşı tecrübe kazanmış Türk askerlerinin Afgan dağlarındaki gerillalarla savaşması beklenmekte, Türk Genel Kurmayı da buna direnmeye çalışmaktadır. Emperyalizmin parası da bir çözüm olamamaktadır. Aynı raporda, şu satırları okuyoruz: “Karzai’nin geçici hükümetinin elindeki tek araç, para dağıtma kabiliyetidir. Ancak Karzai zor bir konumdadır. Bol miktarda para dağıtması halinde savaş ağalarının ona ihtiyacı kalmayacaktır. Eli sıkı davranması halinde ise savaş ağalarının itaatini sağlayamayacaktır. Böylece Karzai gittikçe belirsizleşen bir durumla karşı karşıya kalmaktadır.” [v]
Afganistan’da halen çok taraflı bir gerilla savaşı sürmekte, Afgan köylü çocuklarına beyzbol öğreten Amerikan askerlerinin CNN ekranlarına yansıyan görüntülerine rağmen, düğün törenlerini ve köyleri görünmez uçaklarla bombalanan halkın hem ABD ve Karzai’ye hem de orada bulunan yabancı askerlere karşı duydukları öfke gittikçe artmakta, üzerinde Usame bin Laden resmi olan fanilaları imâl eden esnaf bütün bölgede patlama yapan talebi karşılamakta zorluk çekmektedir.
YÜKSEK SİLAH TEKNOLOJİSİNİN ETKİSİ
ABD bütün bu savaşlarda, Ortadoğu, Kafkaslar ve Doğu Avrupa’dan başlayarak, Basra Körfezi, Akdeniz ve Avrupa’nın içlerine doğru gelişecek muhtemel bir konvansiyonel Sovyet saldırısını, batı kapitalizminin sinir merkezlerinden uzakta ve cepheden karşılamak için 1950’li yıllardan itibaren sürekli bir teknolojik yenilemeyle geliştirdiği silah, füze ve radar sistemlerini kullandı. Ancak karşısında güçlü hava savunma desteğine sahip Sovyet zırhlı birlikleri değil, uçakları havalanamayan, yedek parçası olmadığı için tankları bozulan, hâlâ İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma uçaksavar topu kullanan, kara savaşı beklentisi içinde RPG ve Kaleşnikovlarla donatılmış gayri nizami sayılabilecek kuvvetler vardı. Bunun belki de tek istisnası, Körfez Savaşı sırasında Kuveyt’ten çekilmesine izin verilen ve Kuzey’e doğru hareket halindeyken havadan ve denizden vurulan Irak motorize birlikleridir. Burada 150 000 cıvarında (farklı kaynaklara göre değişen bir sayı) Iraklı asker ne olduğu tam olarak bilinmeyen silah sistemleriyle vurularak çöle gömülmüştür. Ancak Körfez Savaşı’nda da savaşların öngörülemezlik kuralı işlemiş, kentlerin ve stratejik noktaların yoğun bombardımanı ne Saddam’ın iktidar yapısını çözebilmiş ne de halk kitlelerinde hükümete karşı isyana neden olacak bir moral yıkım yaratabilmiştir.
Bu deneyimden sonra ABD’nin düşman ilân ettiği ülkelerin onun karşısına açık arazide zırhlı ve/ya da motorize birliklerle çıkma ihtimali ortadan kalkmıştır. ABD’nin düşman ilân ettiği ülkeler, başta Irak olmak üzere, kendi silahlı kuvvetlerini kent ve kır gerillası yöntemleriyle uzun süreli bir direnişe hazırlamaktadırlar. Emperyalistlerin korkusu, üstün silah tekolojisine rağmen bütün cephelerde yenilgiye uğradıkları 1815-1960 döneminin klasik sömürge savaşı yöntemlerine dönülmesidir. Bu durumda Amerikalılar ve ortakları yüksek teknolojiyle yıkıma uğrattıkları, ortaçağ düzeyine gerilettikleri bölgelere girerek RPG ve Kaleşnikovlarla silahlanmış düzensiz güçlerle savaşmak zorunda kalacaklardır.
Özetle, Yugoslavya, Irak ve Afganistan savaşları, ABD’nin ve NATO güçlerinin, Sovyetler Birliğine karşı geliştirilen silah, füze ve radar sistemleriyle, Ortadoğu, Avrasya ve Uzak Asya bölgelerinde siyasal sonuç alma şansının bulunmadığını ortaya koymuştur.
Bu durum Amerikalılara iki seçenek bırakmaktadır: Birincisi, stratejik noktalara indirilen küçük kara birliklerinin yoğun hava desteğiyle harekât yapmaları. İkincisi ise yarıçap etkisi sınırlı nükleer bombaların kullanılması. Nitekim küçük Bush bu yılın ilk basın toplantısında Irak’a karşı uygulanacak mevcut seçenekler arasında nükleer silahların da bulunduğunu açıkça belirtmiştir.
Ancak henüz denenmediği için oldukça riskli görülen birinci yöntemin kıymetli Amerikan askerlerinin can kaybına, yeni sendromlara (Vietnam ve Afganistan sendromları gibi) yol açacağı; ikincisinin ise gayri nizami güçlerle savaşta uygulanması gereken bir uluslararası hukuk kuralını, “eşit güçlerle mukabele” ilkesini ağır biçimde ihlal edeceği ve dünya kamuoyunu ayağa kaldıracağı açıktır. Bu nedenle ABD, Irak saldırısını zamana yayacak, bu arada Batılı müttefiklerini ikna çabalarını sürdürecek ve en önemlisi çeşitli provokasyonlar düzenleyerek bölge devletlerini birbirine düşürmeye; söz gelimi, Suudi Arabistan’a düşmanca davranırken Suriye ve Lübnan’ı İsrail’e karşı koruyormuş gibi bir tutum almaya, İran’la Türkiye’nin arasını bozmaya, Barzani’yi Türkiye’ye karşı kışkırtmaya çalışacaktır. Bu bağlamda ABD, savaşın ateşini, kayıplarını ve yükünü bölge ülkelerine paylaştırmaya ve kayba uğramaksızın son sözü söyleyen bir düzenleyici rolü oynamaya ve en risksiz koşullarda belirleyici askeri müdahalelerde bulunmaya hazırlanmaktadır. Peki Amerika bütün bunları neden yapmaktadır?
AMERİKA NE İSTİYOR?
Britanya emperyalizminin uzun süreli çöküşünden ders alan ABD’nin dünya hegemonyası için stratejik görüşler geliştirme çabası çok eskilere uzanır. 1900’lerin başında Halford J. Mackinder, siyasal tarihin gelişimini jeopolitik temelde yorumlayarak dünya coğrafyasını siyasal ve askeri strateji bakımından, mihver saha, iç ve dış kuşak alanlarına ayırarak hegemonik hedefleri tanımladı. Buna göre dünya hegemonyasının şartı Avrasya hâkimiyetidir. Avrasya’ya hâkim olmak için odak noktasını Doğu Avrupa’nın oluşturduğu bir merkez alan (heartland) hakimiyeti gerekmekte, Anadolu Doğu Avrupa sahası içinde kalırken, Ortadoğu, Avrasya topraklarını kapsayan iç kuşağın merkezinde yer almaktadır. [vi]
Bu yaklaşımı eleştiren Nicholas John Spykman, 1940’ların başında dünya hegemonyası kuracak gücün hâkim olması gereken hattın, batı Avrupa-Türkiye-Irak-Pakistan-Afganistan-Hindistan-Çin-Kore-Doğu Sibirya olduğunu öne sürmüş, böylece Sovyet topraklarını kuşatmayı amaçlayan NATO-CENTO-SEATO gibi kuruluşların fikir babalığını yapmıştır.[vii]
Sovyetler Birliği’nin 1989-1991’de çöküşü ve Doğu Avrupa’nın kapitalist sisteme ilhakıyla birlikte, NATO’nun, Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti’ni (Doğu Avrupa merkez alanı) kapsayarak genişlemesini savunan, Yugoslavya’nın parçalanmasında önemli rol oynayan, Amerikan şahinlerinin babası Zbigniew Brzezinski, ABD’nin stratejik hegemonya tezlerini geliştirerek büyük bir emperyalist sentez oluşturmuştur. Grand Chessboard/Büyük Satranç Tahtası başlıklı kitabında Brzezinski, “Avrasya’ya hâkim olan dünyaya hâkim olur,” görüşünü tekrarlamakta, ABD’nin acil görevinin, “Avrasya haritasına hâkim olan jeopolitik çoğulculuğu güçlendirmek ve sürdürmek,” olduğunu belirterek, bu bölgenin siyasal ve idari olarak parçalanmasını, yani tam bir böl ve yönet siyasetini önermektedir. Brzezinski’ye göre bu bağlamda ABD’nin önlemesi gereken tehlike, “Çin, Rusya ve belki de İran büyük koalisyonu,” “Çin-Japon ekseni” ve “Alman- Rus ortaklığı ya da Fransız-Rus antantı”dır.”[viii]
ABD’nin 11 Eylül saldırısının ardından Afganistan ve Özbekistan’da yeni askeri üsler kurması; Gürcistan’ı Çeçenleri desteklemeye ve Birleşik Devletler Topluluğu’ndan ayrılmaya zorlaması ve bu ülkeye Türkiye’yi de kullanarak askeri yardımda bulunması; Irak’ı üçe bölmeye (Kürt, Sünni ve Şii) uğraşması; İran hükümeti ile Azeri nüfusun arasını açmaya, İsrail ile Azerbaycan arasında stratejik ilişki kurmaya çalışması vb. bu genel stratejinin parçalarını oluşturmaktadır.
ABD, Sovyet sisteminin çöküşünden sonra, “detant” siyasetini sürdürür görünmekle birlikte silahlanma harcamalarını arttırdı. ABD’nin “savunma” harcamaları dünyanın en büyük askeri bütçelerine sahip altı ülkenin -Rusya, Japonya, Fransa, Almanya, Britanya ve Çin- askeri harcamalarının toplamına yakındır. Böylelikle ABD’nin dünya askeri harcamaları içindeki payı, Soğuk Savaş döneminin zirvesini oluşturan 1985 yılındaki payından daha büyüktür. Bu harcamalar ABD’nin NATO dışı müttefiklerini de kapsamaktadır. Söz gelimi, ABD’nin Suudi Arabistan’ı korumak için yaptığı askeri harcamalar, İran ve Irak’ın toplam savunma harcamalarının yaklaşık dört katı, Güney Kore için yaptığı harcamalar Kuzey Kore’nin yaptığı harcamaların yaklaşık üç katıdır.[ix]
ABD’nin sürdürdüğü bu askeri hazırlığın El Kaide’ye (uluslararası “terörizm”) ya da Irak’a (nükleer-kimyasal-biyolojik silah üretimi varsayımı) yönelik olmadığı çok açıktır. ABD, eski SSCB gibi bir iktisadi ve askeri gücün, dünya hegemonyasına giden yolda önüne çıkmasını önlemeye; potansiyel güçlerin ittifak imkânlarını ortadan kaldırmaya; bu güçleri iç çatışmalarla meşgul ederek zayıflatmaya ve içinde yer aldıkları jeopolitik ortamı askeri olarak kuşatmaya çalışmaktadır. Bu bağlamda Irak’a yönelik her tehdit Rusya’yı, Kuzey Kore’ye yönelik her tehdit ise dolaylı olarak Çin’i hedeflemektedir. Zira, ABD hegemonyasına karşı tek başlarına büyük bir güç oluşturan, birlikte ya da eşzamanlı hareket ettikleri zaman daha da büyük bir güç oluşturabilecek iki ülke Rusya ve Çin’dir.
ABD’nin, potansiyel hasımları ve stratejik hedefleri olan bu iki ülkeye yaklaşımı ikilidir.
ABD’nin Kafkasya ve Orta Asya’daki faaliyetlerinin esas amacı, Rusya’nın Hazar Denizi hidrokarbon kaynaklarının (ikmal yollarıyla birlikte) doğrudan ya da dolaylı denetimini ele geçirerek iktisadi stratejiyi askeri stratejiyle birleştirmesini ve böylece Ortadoğu bölgesine girişi sağlayan kadim Rus emperyal bölgelerine yeniden hâkim olmasını önlemektir. Bu amaçla 1996’dan itibaren Hazar Denizi çevresi ABD petrol şirketlerinin saldırısına uğramıştır. Bu şirketler, bölge cumhuriyetlerinin bağımsızlığını savunmuşlar, Rus denetiminin dışında petrol ihracat yolları oluşturmaya ve Rus kuşatmasını kırmaya çalışmışlardır. Bu arada uluslararası finansör ve üçkâğıtçı George Soros, Türkiye ve Macaristan’daki faaliyetlerini Kafkasya bölgesine de taşıyarak, iletişim altyapısı, eğitim, kadın sorunu vb. gibi konularda kendi şirketlerine çeşitli yatırımlar ve araştırmalar yaptırmıştır. ABD aynı zamanda Romanya ve Bulgaristan’ın Batı Avrupa Birliği’ne girişini ateşli biçimde savunarak Karadeniz’deki Rus etkisini kırmaya çalışmıştır.
Öte yanda, özellikle Clinton hükümeti, çeşitli ödüllerle Rusya’yı yatıştırmayı ve onunla bir ittifak görüntüsü yaratmayı da ihmal etmemiştir: G-7 ve Paris Kulübü üyeliği, çeşitli iktisadi tavizler, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın güçlendirilmesi çabaları, NATO-Rusya ortaklık sözleşmesi vb.
Rusya’nın bu şekilde yakın tutulması kimseyi yanıltmamalıdır. Kafasına kurşun sıkılacak hasmı yakında tutmak ve ona her türlü ikramda bulunmak Al Capone’dan bu yana Amerikan mafyasının geleneksel kuralıdır.
Aynı ikili yaklaşım Çin’e yönelik ABD tutumlarında da geçerlidir. Söz gelimi, ABD bu ülkenin 11 Aralık 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne (WTO) girmesini desteklemiş, Çin pazarının gelişmesi için uğraşmış (malûm, Amerikalılar her zaman Çin’de piyasa ilişkileri geliştikçe ÇKP iktidarının zayıflayacağı şeklinde tuhaf bir düşünceye sahip olmuşlardır!), Boeing uçaklarının çeşitli aksamlarının Kızıl Ordu’nun askeri bir disiplinle yönettiği fabrikalarda imal edilmesini sağlamıştır.[x]
ABD, bir yandan da, Uygur Bölgesi’nin bağımsızlığını savunmuş, Tayvan’ı anormal biçimde silahlandırmaya devam etmiş, Tayvan Boğazı’nda Japonya ile ortak askeri tatbikatlar düzenlemiş, insan hakları konusunda Çin’i sürekli baskı altında tutmuş, hattâ Çin’i “müstakbel serseri devlet” kategorisine sokmuştur.
Bütün bu ikili tutumlara ve parçalama siyasetine rağmen ABD, Şanghay İşbirliği Örgütü ve Karadeniz Gücü gibi uluslararası ve bölgesel ittifakları; Rusya ile Çin arasında “stratejik ortaklık” anlaşmasını ve Rusya’nın Çin’e modern denizaltı ve savaş uçağı teknolojileri satmasını; gene Rusya’nın İran’ın Buşehr kentinde bir atom reaktörü inşa etmesini; Çin’in İran’ın Şahap serisi füzelerinin menzilini arttırma çabasına teknik destek vermesini; Mısır, Suriye ve Ürdün’ün Irak’a muhtemel ABD saldırısına açıktan karşı çıkmalarını ve İran’ın Irak sınırına askeri yığınak yapmasını; gene Rusya’nın Irak’la 40 milyar dolarlık bir ticaret anlaşması imzalamasını; hattâ Türkiye’nin, kendi topraklarından kalkan ABD uçakları Irak’ı vurmaya devam ederken, bu ülkeyle ikinci bir sınır kapısı açma müzakerelerinde bulunmasını önleyememiştir. ABD, Britanya dışında kendi müttefiklerini de savaş senaryolarına kazanamamış; AB’nin temel gücünü oluşturan Almanya’nın İran ve Irak’la ticari ilişkilerini önleyememiştir. ABD, AGSP (bir Avrupa ordusu kurma) girişimini istediği gibi yönlendirmeyi başaramamıştır. Potansiyel müttefiklerin niyet ve stratejileri farklılaştıkça ve savaş başlatmanın riski arttıkça ABD’yi yöneten şahinler ile güvercinler arasındaki anlaşmazlıklar da artmaktadır.
“DOLAYLI TUTUM”
ABD’nin, kuşatma, dünya uluslarını siyaseten güçsüzleştirme ve silahsızlandırma, “küreselleşme”nin batı kapitalizmi formatlarını bütün dünyaya yayma, bütün ülkeleri kendi “imparatorluğu” altında çokuluslu şirketlerin hâkim olduğu tek bir piyasa haline getirme, çeşitli uluslar arasında askeri ve iktisadi ittifakları önleme ya da bu ittifakları yönlendirme çabası, bu çabaları durdurmak için yapılan ittifak ve girişimler de dikkate alındığında, önümüzdeki yıllarda bölgesel savaşları şiddetlendirecek ve yeni savaşlara yol açacaktır.
Burada ABD’nin çeşitli bölgelere doğrudan askeri müdahalesinden çok, İngiliz strateji uzmanı Sir Basil Liddell Hart’ın “dolaylı tutum” dediği yöntemi uygulayacağı görülmektedir.[xi]
Bunun iki sebebi vardır.
Birincisi, dünyanın hiç bir iktisadi ve demografik gücü tek başına Avrasya ve Ortadoğu gibi geniş alanları fiilen askeri denetim altına alamaz. Tek bir ülkenin, bir ittifak sistemi içinde olsa da bütün dünyayla savaşması ya da bu amaçla bir ittifak sistemi kurması mümkün değildir. Ancak Immanuel Wallerstein, ABD şahinlerinin ancak güç kullanarak (“çok büyük bir güç”) dünyadaki tartışmalı Amerikan hegemonyasını yeniden kurabileceklerine inandıklarını belirtmektedir. Wallerstein’a göre, bu mümkün olabilir, ancak ABD’nin 1945 ile 1965 arasında sağladığı üstünlük, bu ülkenin iktisadi konumunun Avrupa Birliği ya da Japonya’nın fazla ilerisine geçemediği bir durumla yer değiştirmiş bulunmaktadır. Bu nedenle ABD artık en yakın müttefiklerinin gözünde bile tartışmasız bir siyasal saygınlığa sahip değildir. Geriye bir tek askeri üstünlüğün kaldığını söyler Wallerstein ve bunun da, Machiavelli’nin yüzyıllar önce bize öğrettiği gibi, dünya hâkimiyeti için yeterli olamayacağını vurgular.[xii]
İkincisi, Eric Hobsbawm’ın deyişiyle, “yıkıcı silahların demokratikleşmesi”dir.[xiii] Bu durum resmi olmayan şiddeti denetim altında tutmanın maliyetini katlanılamaz boyutlarda arttırmıştır. 11 Eylül’de İkiz Kuleler’e yapılan saldırının, büyük insan kaybına yol açabilecek portatif nükleer silahlarla tekrarlanması mümkündür. Bu durum ABD’yi “dolaylı tutum”a daha çok yaklaştırmaktadır. Şiddet potansiyelini kendi üzerine çekmekten kaçınacak ve bu potansiyelin çeşitli ülkeler arasında gerçekleşmesi için çalışarak, kritik anlarda müdahale eden (tabii ki demokrasi, insan hakları, küresel değerler vb. adına) denetleyici bir güç olmayı amaçlayacaktır.
“Dolaylı tutum” ABD’nin riske girmesini, kıymetli askerlerinin ölmesini önlemenin yanı sıra, silah şirketlerinin şimdiki olağanüstü kârlarını arttırmasını da sağlayacaktır. Şirket skandallarıyla sarsılan ve “resesyon”a giren ABD ekonomisi, Ernest Mandel’in deyişiyle, ancak aşırı silahlanmanın sağlayacağı “ikame piyasası”na dayanmak durumundadır. Ernest Mandel, “Silahlanma politikasının üretici kapasitede yarattığı büyüme,” demektedir, “[kapitalizmin] kurtulmak istediği çelişkileri daha da arttırır. Daha tehditkâr yeni bir safha yaklaşır. Birikmiş silahların kullanım değeri gerçekleşmedikçe, periferik, ‘bölgesel’ ya da genel savaşlar patlak vermedikçe, silahlanma politikası sonsuz biçimde sürdürülemez. Ancak silahların ‘tüketildiği,’ ortadan kalktığı ölçüde, yani savaş patlak verdiği ölçüde, sarmal bir eğri oluşabilir. Nihayet teknik ilerleme birikmiş silahları hızlı bir ‘aşınma” ile tehdit eder. Savaş hazırlığı ve silahlanma birbirini sebep ve sonuç olarak etkilediğinden, silahlanmanın belli bir noktasından itibaren bütün faktörler savaş tehlikesi yönünde bir baskı yaratır.” [xiv] (Mandel bu satırları 1968 yılında yazdı. 34 yıl sonra, özellikle ABD silah teknolojisi açısından “birikmiş silahlar” ve bunların “aşınması” diye bir kavramın olmadığını ya da silah teknolojisindeki ilerlemelerin çevrimi önemsenmeyecek kadar kısalttığını hatırlamak gerekir. Bu süreç, “savaş tehlikesi”ni hattâ bizzat savaşları sürekli hale getirecek şekilde işlemektedir.)
ABD’nin, 1997 Strategic Assessment belgesinde dünya devletlerini, “serseri” (rogue), “müstakbel serseri” ve “diğerleri” şeklinde üç kategoriye ayırması, “dolaylı stratejik tutum”u destekleyen bir çerçeve sunmaktadır. Burada “serseriliğin” ölçüsü, söz konusu devletlerin (a) Nükleer-biyolojik-kimyasal silah üretme aşamasında olmaları; (b) Terörizme destek vermeleri ya da göz yummaları; (c) Batı karşıtı otoriter liderler tarafından yönetilmeleri; (d) ABD’nin bölgesel çıkarlarını tehdit etmeye hazır olmaları; (e) Komşuları tarafından tehdit olarak algılanabilecek büyük bir orduya sahip olmalarıdır.
İran, Irak, Libya, Kuzey Kore ve Suriye “serseri devletler” olarak; Çin, Mısır, Hindistan, Pakistan, Güney Kore, Tayvan ve Türkiye ise “müstakbel serseri devletler” olarak tanımlanmaktadır.
İkinci kategoride yer alan devletler; büyük ordulara ve nükleer-biyolojik-kimyasal silah üretme kapasitesine sahiptirler; askeri açıdan kendine yeterli olmak için büyük çaba göstermektedirler; liderlerinin veya siyasal ortamlarının değişmesi halinde, ABD’ye ters düşmeleri mümkündür. [xv]
Buradaki mantık, söz konusu devletlerin, üretim kapasitelerinin daraltılmasını, teknolojik bakımdan ilerlemelerinin engellenmesini, ordularının sadece birbirine meydan okuyabilecek ölçüde zayıflatılmasını ve bu ülkelerin siyasal yapılarının sürekli olarak düzenlenmesini gerektirmektedir. Kriz bölgesi tanımı, “bu serseri devletler”in aşırı silahlanması ya da birbiriyle savaşması halinde oluşacak koşulları anlatmaktadır. ABD ordusu böyle bir krize “son çare olarak” müdahale edecek ve aynı anda iki cephede savaşacak şekilde eğitilmekte ve örgütlenmektedir. Nitekim ABD askeri tarihinin en büyük tatbikatı olan ve ülkenin 26 ayrı bölgesinde gerçekleştirilen “Millenium Challenge 2002” tatbikatı iki ayrı komutanlık altında, biri çöl koşullarında diğeri de geniş bir su yolunun bulunduğu bir bölge örnek alınarak (iki komutanlık iki cephe) yapıldı. Çöl koşullarının Ortadoğu/Irak bölgesini, geniş su yolunun ise Asya-Pasifik bölgesini örneklediği söylenebilir (TSK’nın 96 saat olan seferberlik süresinin tatbikatta işgal süresi olarak belirtilmesi, İstanbul Boğazı’nın örneklendiğine dair kuşkulara yol açmıştır.)
ABD’nin özellikle Ortadoğu bölgesinde izlediği çizgi, Arap, Türk ve Kürt ulusçuluğunu; Şii, Vahabi, Musevi ve Hıristiyan mezhepçiliğini güçlendirmektedir. Bu parçalanmalar bölge ülkelerinde iç savaş, devletler arasında kurulan farklı ittifak ve ilişkiler ise uluslararası savaş potansiyelini arttırmakta; tarihsel ya da dinsel bütün düşmanları birbirine karşı mevziye sokmaktadır.
SONUÇ
Küreselleşmenin az gelişmiş dünyada yarattığı iktisadi ve toplumsal yıkım, ABD’nin emperyalist bir güç olarak kendi varlığını sürdürmek için nükleer bir savaşı göze almasıyla birleşmiş ve küresel düzeyde kamplaşmalara ve askeri blokların oluşmasına yol açmıştır.
Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte formel varlık sebebi ortadan kalkan Kuzey Atlantik İttifakı (NATO) fiilen sadece ABD ile Britanya’ya indirgenmiş, başta Almanya olmak üzere AB ülkeleri kendi askeri örgütlenmelerini kurma çabalarını sürdürerek, Doğu Akdeniz (Kıbrıs), Karadeniz (Bulgaristan, Romanya, Ukrayna), Ortadoğu (İran ve Irak) bölgelerinde kendi hegemonik ilişkilerini kurmaya başlamışlardır. Öte yanda, Asya-Pasifik bölgesinde Çin Halk Cumhuriyeti, ABD-Japonya-Tayvan üçlüsüne karşı Rusya’yla işbirliği yaparak kendi askeri varlığını geliştirmeye çalışmaktadır. Rusya, Birleşik Devletler Topluluğu’nu ayakta tutmaya, Azerbaycan, Gürcistan, Çeçenistan ve Abhazya’nın entegrasyonunu sağlamaya, İran ve Irak’la ilişkilerini geliştirerek kadim Rus emperyal bölgelerine ulaşmaya çalışmaktadır.
ABD’nin Irak’a askeri müdahalesi zamana yayılacak ve bu ülkenin bütün Ortadoğu bölgesinde İsrail’in de yardımıyla uyguladığı dolaylı tutum stratejisi, uluslararası askeri saflaşmaları keskinleştirecek, etnik ve dinsel grupları daha da ayrıştıracak, bölge ülkeleri arasındaki rekabet ve düşmanlıkları arttıracak, mevcut dengeleri öngörülemez biçimde bozacak ve harita değişikliklerine yol açacaktır. RED, 26. 08. 2002
[i] Spencer Tucker, “The First World War”, Jeremy Black (der.) European Warfare, 1815-2000 içinde, Palgrave, Londra 2002, s. 80.
[ii] H. B. Liddel Hart, Hitler’in Generalleri Konuşuyor, çev. Tanju Akad, Kastaş Yayınları, 1996 İstanbul, s. 91.
[iii] S. P. Mackenzie, “The Second World War, 1939-45”, Jeremy Black (der.), European Warfare, 1815-2000 içinde, Palgrave, Londra 2002, s. 131.
[iv] Regis Debray, “Bir Gezginden Cumhurbaşkanı’na Açık Mektup”, Evrenin Efendileri içinde, çev. Y. A. , Om Yayınevi, İstanbul 2001, s. 431 vd.
[v]Strategic Forecasting, Afghanistan: Factions Challenging Government’s Authority, 22 Ocak 2002, http://www.stratfor.com
[vi] Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, Türkiye’nin Uluslararası Konumu, Küre Yayınları, İstanbul 2002, s. 104.
[vii] Ahmet Davutoğlu, agy, s. 105.
[viii] Zbigniew Brzezinski, Grand Chessboard, Basic Books, New York 1997, s. 55
[ix] Bu konuda geniş bir değerlendirme ve rakamlar için bk. Gilbert Achcar, “Stratejik Üçlü: ABD, Çin, Rusya,” Evrenin Efendileri içinde, çev. Y.A., OM Yayınevi, İstanbul 2001, s. 149 vd.
[x] ABD’nin Çin’le ekonomik ilişkileri için bk. William Greider, One World, The Manic Logic of Global Capitalism, Simon & Schuster, New York 1977, Bölüm 7.
[xi] Bk., B. H. Liddell Hart, Strateji, Dolaylı Tutum, Çev. Em Korgeneral Cemal Erginsoy, T. C. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Stratejik Etütler Dairesi Yayınlar, Ankara 1973.
[xii] Immanuel Wallerstein,” Iraq War: The Coming Disaster”, 20 Nisan 2002, http://www.Znet.com , Iraq Home
[xiii] Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991, Aşırılıklar Çağı, Çev. Y. A., Sarmal Yayıncılık, II. bs. İstanbul 2002, s. 669.
[xiv] Ernest Mandel, Marksist Ekonomi El Kitabı, çev. Orhan Suda, II. bs., Suda Yayınları , İstanbul 1975, s. 134-135.
[xv] Bu konuda bk. Michael Klare, Rouge States and Nuclear Outlaws: America’s Search for a New Foreign Policy, Straus and Giroux, New York 1999; Türkçesi: Michael Klare, Serseri Devletler ve Yasadışı Nükleer Güçler, Harp Akademileri Öğretim Başkanlığı yayını, tarihsiz.