KADİFE ELDİVENLİ DEMİR YUMRUK

Yavuz Alogan

         Devlet Bahçeli’nin “Önümüzdeki günlerde çok şey değişecek, inşallah Türkiye değişmez” sözünde gizlenen muammayı düşünürken, aklıma “sabite” sözcüğü takıldı.

         Görünürde hareket etmeyen yıldıza, bir matematik formülünde önceden belirlenen değişmez niceliğe, “sabite” deniyor. Yani yol gösteren bir kerteriz noktası, mesela kutup yıldızı; ya da formülü nasıl yazarsanız yazın değişmeyen, zorlanmaması gereken bir nicelik. Niceliği zorladığınız ya da çıkardığınız zaman formülün anlamı kalmıyor. Kerterizi kaybettiğinizde gideceğiniz yolu bulamıyorsunuz.

         Devlet’in de tarihten gelen sabiteleri var.

Mesela Türkiye Cumhuriyeti, Türklerin Millî Mücadele’siyle, Türk Ordusu’nun kazandığı İstiklâl Harbi’yle ve Devrim’le kurulmuş bir Türk Devleti’dir. Bu bir sabitedir. Anayasa’da Devleti nasıl formüle ederseniz ediniz, bunu değiştiremezsiniz.

Bir diğer sabite: Türkiye’de hangi siyasî parti seçimle ya da hangi askerî cunta darbeyle iktidara gelirse gelsin, Dicle-Fırat su havzasının tamamında ya da bir kısmında, kendi parlamentosu, yargı kurumu ve kolluk kuvveti olan demokratik-tik özerk, federatif ya da bağımsız bir Kürdistan kurulmasına yol vermez, veremez.

Bunlar hiç mi olmaz? Olabilir.  Türk Ordusu’nu iki cephede (İran-Suriye ve Ege’de) savaşa zorlayarak yıpratabilirler ya da ülkeye soktukları milyonlarca göçmenin içindeki hücreleri “demokratik-tik” taleplerle ayaklandırarak iç savaş çıkarabilirler, fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş milleti iğfal edilmiş  etnik ve dinî gruplar hâlinde çatıştırabilirler; giderek memleketin bütün ordularını dağıtabilir, stratejik köşelerini bilfiil işgal edebilir, şahsi menfaatlerini müstevlinin siyasî emelleriyle tevhit etmiş türedi kişileri iktidara getirebilirler.

Uzun süreli muazzam bir millî direnişi göze alarak bunu yapabilirlerse ancak federasyon, konfederasyon, “bağımsız birleşik Kürdistan,” birini Türk’ün oluşturduğu 36 etnik gruptan müteşekkil bir anasır-ı İslâm devleti kurabilirler. Irak’ta buna benzer bir şeyi yaptılar, Suriye ve İran’da da yapacaklar. Türkiye’yi bugüne kadar “yumuşak” güçle şekillendirdiler, yeni bir rejim kurdurdular fakat zurnanın zırt dediği yere gelindiğinde kullanacakları “sert güç” için en uygun ortamı da hazırlamış oldular.

Gevrek ve gevşek konformist entelijansiyası, kafası karıştırılmış biatçı asker sivil bürokrasisi, küçük küçük debelenen siyasî partileri, çaresiz ve lüzumsuz sendikaları, paramparça edilmiş kamuoyu, zengin tarikat ve cemaatleri, “siyasî Alevilik”e karşı Selefi cephe oluşturmaya çalışan yobazları, açlığa terk edilerek imha olmuş ilerici orta sınıfıyla her türlü manipülasyona açık bir toplum yarattılar içeriden ve dışarıdan el birliğiyle. Şimdi adımlarımızı nasıl kamufle ederiz, direniş potansiyelini nasıl ezeriz diye düşünüyorlar.

Ne dedi Kasrı Kanco Konağı’nın feodal beyi Ahmet Türk?

“Ortadoğu’da 50 milyonluk bir Kürt nüfusu var ve hepsinin yüzü Türkiye’ye dönük, kendilerini Türkiye’nin bir parçası olarak görüyorlar.”   Hadi ya?

Lan ne “hıyrını” (hayrını) görmüşsünüz bu Cumhuriyet’in, Sırrı Süreyya Önder’in sözleriyle… Cumhuriyet’ten hiç hıyır (hayır) bereket görmemişsiniz ki neyinizi buna borçlu olacakmışsınız? Ne oldu da şimdi yüzünüzü döndünüz “hıyır” bekliyorsunuz, kendinizi onun bir parçası gibi görüyorsunuz?  ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı, CENTCOM mu kulağınıza fısıldadı?

Neyse uzatmayalım…

Önemli soru şudur: Saray ve şürekâsı bu kadar ağır bir bedeli göze almış, önüne konulan planı sonuna kadar uygulamaya kararlı olabilir mi? Sanmıyorum.

Peki bu yeni süreç, sadece Saray’ın iktidarda kalma, Anayasa’da bunun gerektirdiği değişikliği yapma arzusuna indirgenebilir mi? Yine sanmıyorum.

Ve bu soruların uzantısı: Saray ve şürekâsı Apo’yu salıvermenin, siyasî af çıkarmanın, üniter ulus-devlet yapısını ülke içinde ve uluslararası alanda tartışmaya açmanın büyük bir kargaşaya ve iç çatışmalara yol açacağını fark etmemiş olabilir mi? Bunu da sanmıyorum.

“Biz elimizden geleni yaptık ama olmadı,” diyebilmek için manevra yapıyor olabilir. Başlattığı süreci, önceki çözüm sürecinde olduğu gibi, istediği anda durdurabileceğini farz ediyor da olabilir.

Sayın Reis, başlattığı sürecin ne kadar tehlikeli olduğunu fark etmiyor, tabandan gelecek sert Türk milliyetçiliğinden çekinmiyor olsaydı, “Gerektiğinde devletimizin kadife eldiven içindeki demir yumruğunu devreye almaktan da çekinmeyeceğiz” demez, MHP’yi topun ağzında tutarak kendisini sürecin dışında ve yukarısında konumlandırmazdı.

Fakat “çözüm süreci”nin ileriki aşamalarında kaçınılmaz biçimde kadife eldiveni çıkararak, direnenleri ezme teşebbüsünde bulunmak zorunda kalacak. Yönetim zafiyeti içinde seçmen tabanı giderek daralan bir siyasî iktidar partisi, böylesine abuk, kendisini inkâr eden, dışarıdan dayatıldığı belli olan bir girişimi sürdürürken, bir de demir yumruk kullanırsa, kendi sonunu hazırlamış olmaz mı? Ne yapacak mesela?   Nemrud Mustafa Örfi İdare Divanı kurup, PKK’yle mücadele eden askerleri mi yargılayacak? Üniter ulus-devleti savunanları, Kemalîleri tutuklatıp Malta’ya mı sürecek?

Bütün bunlar bir yana, temel soru şudur: Saray ve şürekâsı nasıl bir baskı, tehdit ve şantaj altında kaldı ki Apo’yu Meclis’teki grubunun (!) başına dâvet ederek var olmayan Kürt sorununu onunla müzakere edecek ve onun yapacağı müzakerelere ihtiyaç duyduğunu alenen ilan edecek düzeye inebildi?  Trump gibi “Ekonomini mahvederim” mi dediler, yolsuzluk dosyalarını, bilmediğimiz fakat hissettiğimiz alengirli mevzuları mı masaya koydular?

Yakın zamanda, biri OECD, diğeri Bloomberg Economics tarafından iki grafik yayımlandı. Birincisine göre Türkiye gıda enflasyonunda yüzde 71,1 ile ilk sırada yer alıyor, onu İzlanda yüzde 7,5 ile izliyor; ikincine göre, G-20 ülkeleri arasında önümüzdeki 12 ay içinde iç çatışma ihtimali en yüksek ülke Türkiye, onu sırayla Rusya ve ABD izliyor.

Bu değerlendirmeler bütün dünyanın dikkatine sunuldu.

         Millî varlığımızın tehdit altında olduğunu anlıyoruz.

Altımızdaki zemin çatırdarken, bölgemiz daha büyük iç çatışmalara ve savaşlara sürüklenirken, her bir küçük siyasî parti, grup ve grupçuk, benzerlerinden ne kadar farklı ve haklı olduğunu kanıtlamakla meşgul. Ana muhalefet partisi CHP, “Şeffaf ve samimi olması şartıyla ne tıkayan, ne de bozan oluruz” diyerek “Kürt sorunu”nun çözümünde yer alma çabasıyla meşgul. Sendikalar asgari ücretle, bir ailenin aylık mutfak masrafını hesaplamakla meşgul. Üniversiteler hiçbir şeyle meşgul değil. Mücadelelerle dolu tarihinin en uysal dönemini yaşayan öğrenci kitlesi hayatta kalma çabasıyla meşgul. Burjuvazi servetini yurt dışına çıkarmakla, yatırım sermayesini ihraç etmekle meşgul. Askerler Mustafa Kemal’in teğmenleriyle meşgul. Komutanlar Gaziantep’ten Amerikan askerlerinin Ayn-el Arab’ı nasıl tahkim ettiklerini seyretmekle meşgul.  Semtlerde “ilerici” insanlar hayvan hakları ve çevrenin korunması için örgütlenmekle meşgul.

Farklı kesimler olarak boynumuza bağlanmış torbalardan kafalarımızı çıkarıp etrafa bakamıyor, baktığımızı göremiyor, gördüğümüzü anlamıyoruz. Toplu direniş koşulları hızla oluşurken, olayların gerisinde öylece bekliyoruz.

Toplumu ve kamuoyunu birbirine yabancı kompartmanlara bölmek, medya aracılığıyla mevcut ortamı olduğundan çok farklı göstermek Saray Rejimi’nin en büyük başarısıdır. Fakat ne vakte kadar, nereye kadar?  Veryansın, 05. 01. 2024