
Yavuz Alogan
Uzun yıllar önce Cumhuriyet’te okuduğum bir İlhan Selçuk yazısını hiç unutmadım. Yazı, ölüm üzerineydi. O sırada sanırım yirmili yaşların başındaydım. Yazıda bana ters gelen bir şey vardı.
İlhan Selçuk, hayatın üç evresinde insanın ölüm karşısında aldığı tutumu irdeliyordu. İlk gençlik ve gençlik döneminde ölüm çok uzaktı, görünmüyor, önemsenmiyordu. Orta yaşlarda durum biraz değişiyordu; hayat sonlu, ölüm uzak olsa da kaçınılmazdı, zaman sınırlıydı. Esas değişiklik yaşlılıkla birlikte geliyor, annesi babası, yakın arkadaşları hayata veda ettikçe insan, kafasındaki ölüm düşüncesini ya da korkusunu ehlileştiriyor, onunla barışıyordu.
Aşağı yukarı böyle diyordu, İlhan Selçuk. Güzel ve derinlikli bir yazıydı fakat özellikle ilk iki bölümü bizim hayatımıza uymuyordu. Gençlik dönemimizde okul damlarında nöbet tutarken, sokak çatışmalarına girerken, 1. Şube’de dayak yerken, okul kantinlerinde dövüşürken, “ağbi” dediğimiz, çok sevdiğimiz bir gencin bir yemekhane masasına yatırılmış kurşunlarla delik deşik bedenine bakarken, uzak mezralarda topluca ya da karanlık sokaklarda tek başına vurulan ya da cezaevi avlularında asılan saygı duyduğumuz genç insanların matemini tutarken, silah sesleri ve dinamit gümbürtüleri arasında geçen gençliğimizi biz hep ölümle iç içe yaşadık. Şahsen ben otuzuma kadar hayatta kalabileceğimi hiç sanmıyordum
Kuşkusuz aynı ruh hâli “faşist” dediğimiz (onlar da bize “komünist” diyorlardı) ülkücüler için de geçerliydi. Camı kırık yurt odalarında günlük kıyafetle yatar, pencereleri kapalı odalarda kesif sigara dumanı altında sonu gelmez, şimdi çoğunu hatırlamadığım tartışmalarla sabahı eder, ne bulursak onu yerdik. Ölümle iç içe yaşayan sağlıksız bir kuşaktık biz. Erken yaşlılık dönemimizde hastalıkların, sırasız ve zamansız ölümlerin gelip bizi bulması bu nedenle şaşırtıcı değil.
Nihat’ın ölümünü haber verdiklerinde İlhan Selçuk’un yazısını hatırladım, pek çok şeyle birlikte yukarıda yazdıklarımı düşündüm.
Nihat’ın son zamanlarda hızla zayıfladığını, yüz hatlarının giderek yırtıcı bir kuşu andıran değişimini fark etmiştim. Kendisine söyleyecektim, fırsat olmadı.
Nihat Genç ülkücü kökenliydi, fakat bana sorarsanız, klasik ülkücülükle hesaplaşmış, onu geride bırakarak ulusçu, Kemalist bir senteze ulaşmıştı. Videolarında fonda görülen kurdun, bildiğimiz o politik Kurt değil, Jack London’ın Vahşetin Çağrısı romanındaki, diğer canlılara boyun eğmeyen, asla ehlileştirilemeyen, isyankâr ve sadece tabiatın çağrısına kulak veren, azimli, dayanıklı ve inatçı Buck olduğunu söylemişti bir keresinde. Dokuz Işık ülkücüsü gibi görünmek istemezdi.
Nihat Genç’in vatanseverliği, Cumhuriyet’in devrim kanunlarında, üniter ulus-devlet anlayışında ve hiç kuşkusuz Türk milliyetçiliğinde ifadesini buluyordu.
Halkçıydı. Türkiye’nin kurtuluşunu devrimci bir halk hareketinin üzerinde yükselecek bir Kurucu Meclis’in hazırlayacağı yeni bir Toplum Sözleşmesi’nde, başta laiklik olmak üzere Cumhuriyet Devrimi’nin temel ilkelerinin uygulanmasında, laik ve bilimsel eğitimde ve kamucu iktisat politikalarında görüyordu.
Kapitalizme karşıydı. Devletle iç içe geçmiş büyük şirketlerin, dev tekellerin sömürüsünü insanlığa musallat olmuş en büyük felaket olarak görüyordu; eşitlikten, kardeşlikten, dayanışmadan, özgürlükten, Büyük İnsanlık’tan yanaydı.
Bana sorarsanız, Nihat Genç sosyalist sola, hatta anarko-liberter düşünceye de açıktı. Tercüme ettiğim Anarşizmin Tarihi kitabını okuduğunda coştuğunu, heyecanlandığını hatırlıyorum. Söz gelimi, Henry David Thoreau’yla arasındaki karakter benzerliğini görmüş olmalıydı. Nihat, anlayarak okuyan, okuduğunu düşünen ve öğrendiklerini başkalarına aktarmayı bilen müstesna bir kitap okuruydu.
Çok iyi bir anlatıcıydı (“hatip” değil, anlatıcı). Yüzlerce videosunun önümüzdeki yıllarda tekrar tekrar izleneceğine eminim. Küçük öykülerle, fıkralar ve anekdotlarla, duygu yoğunluğuyla, izleyenin dikkatini sürekli canlı tutarak en karmaşık konuları en sıradan insanın anlayacağı bir berraklıkla aktarırdı.
En ağır eleştirilerde bulunduğu kişilerin onun ardından yazdığı övgü dolu sözlere bakarsanız, Nihat Genç’in hem kendisini hem de görüşlerini aktarmayı başaran nadir kişilerden olduğunu anlarsınız. Onu yanlış anlamak imkânsızdı, olduğu gibiydi, ne söylüyorsa, ne yazıyorsa oydu. Eskilerin deyişiyle nevi şahsına münhasır (sui generis), benzersiz, özgün, asla taklit edilemez, eşi benzeri olmayan biriydi Nihat Genç.
Elbette anlaşamadığımız konular da oldu. Mesela 27 Mayıs Devrimi, Cumhuriyet tarihinin bazı yönleri, günümüzde siyasî partilerin işlevi, karşı cepheyi genişletmemek, gereksiz saldırıda bulunmamak, ittifak zorunluluğu gibi konularda ters düştük. Ben CVP’nin kuruluşuna da karşı çıktım. Bizim gibilerin bir hareket yaratarak zorlu bir mücadele vermeden, başka deyişle hak etmeden siyasî parti kurmasının sistemin tuzağına düşmek olduğunu, ülkenin siyasî partiden çok kapsama alanı geniş medya organlarına ihtiyacı olduğunu savundum, öncelikle “hareket” tarzında militanca örgütlenmek gerektiğini söyledim. Bu konularda Veryansın’da yazdığım uzun yazılara Nihat’ın ne bir müdahalesi ne de itirazı oldu. Fakat satır aralarında tartışmayı sürdürdük.
Serkan Öz, “Aranızda müthiş bir kavga kopacak diye korkuyorum,” dedi bir keresinde. Kopmazdı. En ufak bir münakaşamız olmadı. Cari hayata yabancılaşma, bir tür karakter saydamlığı ve artniyetsizlik gibi ortak bir noktamız vardı sanıyorum. Bu ortaklık bizi çatışmadan korudu.
Pazar sabahları bisiklet turundan dönerken ona Anıttepe Parkı’nda rastlardım. Ağaçlara bakarak yürüyor ya da oradaki aletlerde spor yapıyor olurdu. Yedinci Cadde boyunca sohbet ederek yürürdük.
Bütün sert tabiatlı insanlar gibi kırılgandı. Bazen kendini tutamayarak sergilediği saldırganlık da bence bu kırılganlığın, aşırı duyarlılığın sonucuydu. Bazen heyecanı mantığının önüne geçerek hata yapmasına, yersiz biçimde aşırı tepkisel davranmasına, pot kırmasına neden olurdu.
Pek çok çevrenin içinden geçmiş, sağcısından solcusuna, solcu gibi duran liberalinden devlet adamına, sanatçısına kadar pek çok kişiye dokunmuş, çok geniş bir halk kitlesine ulaşabilmiş biriydi Nihat Genç. Tam kendi siyasî kimliğini bulduğu, artık istediğini yapacağı, hayallerinin peşinden gideceği, bunun için bütün güçlerini topladığı, kadrosunu oluşturmaya başladığı sırada hastalandı.
Öleceğini hissetmemiş olamaz. İki yıl önce Veryansın’da yer alan “Yağmurlar (Katarsis)” başlıklı yazısının son satırı şöyleydi:
“Artık mezara, bedenimi değil, bu fırtınada eğilmemiş kırılmamış bir erik dalını koyacaklar, silkinişin dirilişin dalından çığlıklarından kılıçlar yapmış! “
Fırtınada eğilmemiş kırılmamış erik dalını bugün Gölbaşı’nda vatan toprağına bırakacaklar. Elveda sevgili kardeşim. Bu halk, hangi görüşten olursa olsun sana aşina olan her bir ferdiyle, sesini, sözünü, yazdıklarını, anlattığın öyküleri, vatanseverliğini, saf ve temiz kalbini asla unutmayacak. Hep yaşayacaksın. Veryansın, 06. 07. 2025