“BİZ BİR AİLEYİZ”

Yavuz Alogan

        “Taraftarlık” ile “tarafgirlik” farklıdır.

         Birincisi bilinçli tercihten ya da sempatiden doğar, bağlılığı gerektirir. Taraftarı olduğunuz şeyi desteklersiniz fakat kusurunu gördüğünüz zaman eleştirirsiniz, hatta onu değişmeye zorlarsınız.  Sizinle aynı safta olanlarla çatışmayı, eleştirilmeyi, hakarete uğramayı, kavga etmeyi, yalnız kalmayı, kovulmayı, hatta yanılmış olmayı bile göze alırsınız. Madem taraftarsınız, yanlış gördüğünüzü düzeltmeye çalışırsınız.

         İkincisi ise bir özdeşleşme durumudur; fanatizmin ya da düpedüz çıkar ilişkilerinin sonucudur. Tarafgiri olduğunuz şeyi her durumda savunur, kusurlarını görmemek ve kimseye göstermemek için çabalarsınız.  Çok rahat bir durumdur.  Şekli sürekli değişen  kabın içine boşaltılmış sıvı gibi uyum sağlar, çoğunluğun içinde mutlu mesut yaşarsınız.

         Taraftarlık nesnel (objektif) olmayı, tarafgirlik ise öznel (sübjektif) olmayı gerektirir. İkisi de insanın bilinciyle ve içinde yetiştiği kültürel ortamla alâkalıdır.

         Ülkemizde siyasî parti tarafgirliğin yuvasıdır. Tarafgir, mensup olduğu partiyi kendi hukuku ve kuralları olan siyasî bir araç olarak değil, bir tür feodal aile gibi görür. Kendi pederşahi ailesinde ve baskıcı okul sürecinde edindiği itaat kültürünü ve hiyerarşi algısını olduğu gibi partiye taşımıştır.  Parti gerçekten de reisi, anası babası, büyükleri küçükleri, yeğenleri kuzenleri olan bir aileye benzer.   

Tolstoy’un ünlü romanı Anna Karenina’nın ilk cümlesi şöyledir: “Bütün mutlu aileler birbirine benzer fakat her mutsuz ailenin kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”  Tarafgir partili dışarıya mutlu aile görüntüsü vermek, içerideki mutsuzluğu ise göstermemekle yükümlüdür. Aksi hâlde sosyal ortamını kaybeder, dışlanır ya da tecrit edilir, il ilçe yönetimlerine seçilemez, iş adamı, avukat vs gibi bir meslek erbabıysa işleri bozulur, ayrık otu gibi ortada kalır.

         Sayın Kılıçdaroğlu geçen cuma günü Antalya’da “Biz güçlü bir aileyiz, inançlı bir aileyiz, tuttuğumuzu koparan bir aileyiz,” dediği zaman Tolstoy’un sözü aklıma geldi.

         Mutlaka CHP’de de mutsuzlar vardır.  Fakat sesleri çıkmaz, bir şey yapamazlar. Türkiye “parti içi muhalefet” kavramını unutalı yıllar oldu. “Lider sultası”ndan söz eden de kalmadı. Monolitik, yani tek şefli  tek parçalı parti yapısını acı bir gerçek olarak herkes  güzelce kabul etti.  “Parti içi dengeler” muhtemelen adam adama markaj ya da menfaat paylaşımı, avanta üleşimi gibi yöntemlerle sağlanıyor ve kapalı ortamlarda dedikodu düzeyinde tartışılıyor.

         Burada tüzük önemli. Her partiye, ilkeleri temel alan kısa program ve çok ayrıntılı, kapsamlı bir tüzük gerekir.  Parti tüzüğü genel merkezle aynı fikirde olmayan grubun parti içinde propaganda yaparak her seviyedeki delegeyi etkilemesine imkân verecek kurallarla donatılmalıdır. Bu imkân olmadığı için genel merkeze ters düşen istifayı basıp gidiyor, ayrı parti kuruyor. Aynı senaryo bu kez yeni kurulan partide sahneleniyor; siyasî hayat küçük derebeylikler, deneysel siyaset çiftlikleri olarak parçalanıyor ve ortaya siyasetten ziyade kakafoni çıkıyor. Bir sürü “lider” kitlelerin yabancı kaldığı bir düzeyde birbiriyle dalaşıp duruyor, halk da seyrediyor.

         Oysa “lider” denilen kişi farklı görüşleri bir arada tutarak örgütünü siyasî bir hedefe yönlendirebiliyorsa liderdir.  Farklı görüşleri tasfiye etmek, konuşan herkesi disiplin kuruluna verip partiden atmak, böylece aynı fikirde olan ya da öyle görünen insanları sürü gibi gütmek çok kolaydır ve liderlikle alakası yoktur. Karar mekanizmasını ele geçirmeniz ve kasayı elde tutmanız yeterlidir. Size “lider” derler!

         Bir de kafası formatlananlar var. Adam genç yaşta dünyayı iyiler-kötüler, siyahlar-beyazlar olarak kategorize etmeye alışmış. Kafasında biri düşmanlara, öteki dostlara ayrılmış iki dosya var. Edindiği her bilgi, okuduğu her kitap, kulağına gelen her yorum bu iki dosyadan birine gider. Formatlanmış kafası aşina olmadığı bir bilgi ya da fikirle karşılaştığı anda kısa devre yapar, hemen saldırıya geçer. Partisinden ayrılmış, yüz yaşına gelmiş olsa da değişmez.  İster liberal entel-dantel, ister anarşist ya da monarşist olsun, gençliğinde kafası bir kez formatlanmış kişi, her konuda en sübjektif tutumla tarafgir olur. Öyle eğitilmiştir. Yine de bu, en azından, papağanın hangi durumda ne söyleyeceğini önceden bilme imkânı sağlar.  

Türkiye’nin en önemli sorunu toplumun feci şekilde örgütsüz ve hareketsiz olmasıdır. Sıradan yurttaşın kör ve sağır devlet teşkilatı ve hepsi işbirlikçi siyasî partiler dışında başvurabileceği yer yok. Mücadele edecek gücü, mücadele niyeti ve azmi olan tek bir sendika ya da kitle örgütü kalmamış.  Krizin vurduğu sıradan yurttaşın parti liderinin uzattığı mikrofon dışında derdini anlatabileceği kanal, taleplerini aktaracağı, kendi gücüyle netice alabileceği örgütü yok.

Yurttaşlar topluca mücadele ederek, örgütlenerek, isyan ederek, taleplerini dayatarak kurtulabilecekleri düşüncesinden kopmuşlar, siyasî parti başkanını görünce ah vah edip ağlaşarak “kurtar bizi” diye neredeyse yalvarıyorlar. Parti başkanı da kurtarıcı lider havalarına bürünüyor. Hem komik hem de üzücü bir durum.  Ülkenin “neredeeen nereye,” 1961 Anayasası’ndan buraya geldiğini gösteriyor.

Yeni bir Toplum Sözleşmesi, yeni bir Kurucu İrade oluşana kadar bu böyle sürecektir. Fakat siyasî âlemin toplumla organik/örgütsel bağlarını kaybetmesi, dar alanda kapalı devre ajitasyon, toplumun en geniş kesimlerinin hareketsizliği ve örgütsüzlüğü bu şekilde sürüp giderse, mevcut yozlaşma geri dönüşü olmayan bir seviyeye ulaşır. O seviyede meydana gelecek sosyal patlamalara en yakın olasılıkla kimlerin önderlik edebileceğini buyurun siz düşünün!

Şu soğuk pazar gününde herkese tarafgirlikten uzak taraftarlık diliyorum. yalogan@gmail.com