TÜRKİYE NE YAPACAK?

Yavuz Alogan

         Rusya’nın savaşı Saray’ın çökmüş omuzlarına çok kritik bir reel politik yük bıraktı.

         Bunu Tanrı’nın ikinci büyük lütfu olarak görmek gerekir. Birincisi, 15 Temmuz darbe girişimiydi. Saray, lütfu başarıyla değerlendirdi; ülkeyi kararnamelerle yönetilmeye alıştırdı, Türk Ordusu’nu budadı ve kendisine bağladı, giderek ülkenin bütün ekonomik varlıklarını elinde topladı.

         İkinci lütuf sayesinde, sıcak paraya tahvil edebileceği çok değerli bir dış politika kartı elde etti. Bu kart, hem Türkiye “Anonim Şirketi”ni Rus oligarkların “off-shore” adasına dönüştürebilir; hem de Saray’ın kısa dönemde ABD ve AB’den askerî ve ekonomik imkân elde etmesini, hatta bir seçim daha kazanarak iktidarda kalmasını sağlayabilir.

         Saray’ın yıldızı birden parladı.

Daha üç hafta önce NATO bizi ciddiye almıyor, toplantılara çağırmıyor gibi şikâyetler yükselirken, NATO Genel Sekreteri’nin “Erdoğan’la görüşmek için sabırsızlanıyorum,” diye koşturduğunu gördük.  Biden’la görüşen Reis, 40 yeni uçak istedi ve F-16 modernizasyonu talebinin “en kısa sürede neticeye ulaştırılması”nı talep etti. Beyaz Saray görüşmeyi “yapıcı” bulduğunu açıkladı. Aynı anda İsrail ve Ermenistan’a el uzatıldı. Nazarbayev’in Antalya’da görünmesi fakat Putin’le “ittifak” anlaşması yapan Aliyev’in görünmemesi dikkati çekti.

Saray, Montrö’yü tam zamanında, Karadeniz’in kuzeyi ısınmaya başladığı anda devreye soktu. Rusya ve ABD tarafları neredeyse eşzamanlı olarak bu hamleyi olumlu buldu. Bereket, İstanbul Kanalı’ndan söz etmedi. Uyardılar herhalde, “şimdi sırası değil,” diye…  

Sayın Reis, Antalya Diplomasi Forumu’nda bir üçüncü dünya lideri gibi konuştu, 1945’te oluşturulan BM konvansiyonunun dünyanın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olduğunu belirtti. “Çatışan taraflardan biri veto hakkına sahip daimi üyesi olunca Güvenlik Konseyi’nin icbar edici rolü boşa çıkmış, sistem iflas bayrağını çekmiştir” sözü doğruydu.

Fakat bunlar yetmez…

Türkiye, ABD’nin PKK-YPG’yi hızla silahsızlandırmasını, AB’nin PKK-HDP’ye verdiği desteği kesmesini sağlayacak önlemler almalı; Sevilla Haritası’nın gündemden çıkmasını sağlamalı; ve Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarına ve enerji iletim hatlarına eşit  katılım için elindeki bütün kozları hemen şimdi kullanmalıdır.

Saray, tarihin bir lütfu olarak yakaladığı bu avantajlı konumu Ukrayna krizinin ileriki aşamalarında netice alacak şekilde sürdürebilecek mi?

Soru budur.

Dünyaya mutabakat, barış ve uzlaşma tavsiye eden Saray, kendi ülkesinde Cumhuriyet Devrimi’nin sağladığı tarihî mutabakatı bozmaya, yurttaşların yarıdan fazlasını görmezden gelmeye, ülkeyi siyasî İslam temelinde kutuplaştırarak “iç cepheyi” bölmeye devam ettiği sürece, bu soruya olumlu yanıt verilemez.

Savaşın yayılması, ilk evrede Balkanları ve Kafkasları vurması hâlinde ABD-NATO’nun İttifak’ın ikinci büyük ordusundan talepleri olacak; yaptırımların uygulanması, Montrö Sözleşmesi ve Karadeniz’in güvenliği bugünkünden çok farklı bir önem kazanacak, Batı’nın baskıları artacaktır.  

Yeni 1 Mart (2003) tezkerelerinin TBMM’ye geleceği, Deniz Baykal gibi adamların ve eski CHP’nin, sokaklara çıkıp antiemperyalist miting yapacak baskı gruplarının, sendikaların ve sol partilerin olmadığı (olmadığı!) koşullarda, yeni 1 Mart tezkerelerinin bu kez kabul edileceği öngörülmelidir.  Millet İttifakı’nın, varlığını borçlu olduğu sisteme sadakatle hizmet ederek, Saray’ı var gücüyle NATO-AB politikalarına ve askerî stratejisine doğru iteceği de öngörülmelidir. Siyasî rekabet Batı’ya yaranma yarışına dönüşecektir.

Demek ki Devlet’in karar mekanizmalarının kooptasyonu, Türkiye’nin bütün askerî ve diplomatik birikimini kapsayacak şekilde genişletilmesi gerekir. NATO’dan bağımsız bir tehdit değerlendirmesini içeren bir güvenlik doktrini oluşturulmalı; bunun için 15 Temmuz darbe girişiminden sonra Türk Ordusu’ndan alınan bütün kurum ve imkânlar iade edilerek bütün askerî kuvvetlerin komuta birliği sağlanmalı, Sivil Savunma yeniden örgütlenmeli, vahim güvenlik sorunu yaratan göçmenlerin tamamı memleketlerine iade edilmelidir.  1912-1913’te yaşanan ve tarihimize Balkan Faciası olarak geçen olaylardan ders alınarak, Türk Ordusu tarikat ve cemaatlerden hızlı ve sistematik biçimde arındırılmalıdır.

Millî Mutabakat, Toplum Sözleşmesi ve Kurucu Meclis fikri her şart altında ısrarla savunulmalıdır. Şu son yirmi yıl Türkiye’nin kimliğini belirsizleştirdi. Biz kimiz? Millet miyiz ümmet miyiz, Türk müyüz Türkiyeli miyiz, Mecelle mi Medeni Kanun mu, sosyal devlet mi sadaka devleti mi, millî misak mı anonim şirket mi; demokrasi ne demektir, hukuk devleti nasıl olunur? Bu temel soruları ancak anayasa yapma yetkisine sahip seçilmiş bir Kurucu Meclis karara bağlayabilir.  

Yapısal değişiklikler olmadığı taktirde Saray’ın ileriki aşamalarda zorlanması, güzel İngilizce konuşmaktan başka marifeti olmayan Saray memurlarının, her analizi yanlış çıkan ya da fantezi düzeyinde kalan hukuk ve ekonomi danışmanlarının vahim bir beka sorunu yaratması kaçınılmaz görünmektedir. Dış politikayı tüccar pazarlığıyla sürdüren tek adam yönetimi, dünya savaşı koşullarında, Türkiye’nin güvenliğini tek karar verici olarak sağlayamaz.

Şu güneşli ve soğuk pazar gününde herkese yaşadığı şehirde sivil savunma örgütünün, hava saldırısını haber veren siren sisteminin ve sığınakların varlığını sorgulamasını, geçimlik tarım imkânlarını araştırmasını tavsiye ederim.  Veryansın, 13. 03. 2022