RUSYA’YI HİSSETMEK

Yavuz Alogan

Tarih boyunca Rusya imkân ve kabiliyetleri ile politik hedefleri arasında denge kuramadı. Dengesizliğin yol açtığı her kriz ülkede devrimlere, karşıdevrimlere ya da saray darbelerine yol açtı.

         1904’te Kore ve Mançurya için verilen paylaşım savaşında Japonlar Port Arthur’da demirlemiş Rus Uzakdoğu Filosu’na saldırdılar.  Bunun üzerine Çar, Baltık donanmasını bölgeye sevk etti.  Japonya’nın hâkim olduğu bölgeye gecikerek ulaşan Rus gemileri Tsuşima boğazında pusuya düşürüldü ve imha edildi.

         Yenilgi, Rusya’ya 1905 Devrimi olarak yansıdı. Çar II. Nikolay anayasayı kabul etti ve Duma’yı (parlamento) açtı. Rusya meşrutî monarşiye geçti.  İlk kez Sovyet denilen işçi köylü asker meclisi kuruldu. Ayaklanmalar başladı. Çar, Duma’yı kapattı. Başbakan ve İçişleri Bakanı Piyotr Stolipin ayaklanmaları ezdi (kapsamlı bir analiz için bkz. Lev Troçki, 1905, Tarih Bilinci Yayınevi, 2004).

         I. Dünya Savaşı’nda Rusya 9,7 milyon askeri cepheye sürdü. Fakat ne askerî teknolojiye ne de bu kadar büyük bir orduya komuta edecek yetişmiş subay kadrosuna sahipti.  Çar’ın amcası Başkomutan Grandük Nikolay Nikolayeviç  savaşı yönetemeyince, Çar daha kötü bir seçim yaparak Başkomutanlığı bizzat üstlendi (Abraham Ascher 2020, Say, s. 199).

         Başta İngiltere olmak üzere İtilaf devletleri savaş sona erdiğinde İstanbul’u, Boğazlar’ı ve Kuzeydoğu Anadolu’yu Ruslara bırakmayı vaat etmişlerdi.  Çar’ın askerî uzmanları İstanbul’un ve Marmara’nın fethi için ayrıntılı planlar hazırladılar (bu konuda bkz. Altay Cengizer 2017, özellikle bl.19, s. 511-555).

         Hantal Rus Ordusu I. Dünya Savaşı’nda Tannenberg’ten (27-9 Ağustos 1914) başlayarak sürekli yenilgiye uğradı. Yenilgi Rusya’ya 1917 Devrimi olarak yansıdı. Bolşevikler Brest-Litovsk Antlaşması’yla (1918) İmparatorluk’un Ukrayna dâhil batı hâkimiyet alanını terk ettiler. O sırada Polonya Avrupa devrimi ile Rusya arasına dikilmiş bir engel olarak görülüyordu.  Troçki’nin 1920’de komuta ettiği “Napoleonik” Polonya seferi başarısızlıkla sonuçlandı, Riga Antlaşması’yla (1921) şimdiki Ukrayna-Polonya sınırına benzer bir hat oluşturuldu.  Daha sonra Stalin, Hitler’le ittifak kurarak (1939) kaybedilen bölgeleri geri aldı.

         Aslında Komintern de (Lenin’in kurduğu III. Enternasyonal) Rusya’nın imkân ve kabiliyetleri ile politik hedefleri arasındaki dengesizliğin bir başka göstergesidir. Avrupa’daki sol hareketleri birleştiremedi, krizleri devrime dönüştüremedi. III. Enternasyonal 1930’larda Sovyet dış politikasının uzantısına ve bir tür istihbarat örgütüne dönüştü, II. Dünya Savaşı sırasında Müttefikler’e (ABD ve İngiltere) güvence vermek için kapatıldı (1943). Mao Zedung, yıllar sonra, 1958’de, Komintern’in  ÇKP’ye müdahalesini kastederek, “Çin Devrimi Stalin’in iradesine karşı zafer kazandı” diyecekti (Yayınlanmamış Yazılar 1956-1971, May Yayınları, s. 54).

         Rus hesapsızlığının en çarpıcı örneği Finlandiya Kış Savaşı’dır.   Hitler-Stalin Paktı’ndan (1939) hemen sonra,   30 Kasım 1939 günü beş Sovyet Ordusu 1287 km. uzunluğundaki Finlandiya sınırından taarruz etti, fakat küçük Finlandiya Ordusu’nun  Mannerheim  Tahkimatı’nı aşamadı. Savaş neredeyse bir yıl sürdü. Nihayet işgal tamamlandığında (sadece Finlandiya’nın güneyi), Rus Devlet Askerî Arşivi’nin  2013 güncellemesine göre  Kızıl Ordu 167 976 ölü ve kayıp vermişti. Finlandiya’nın kayıpları ise sadece 25 904 kadardı.

         Peki neden böyle olmuştu?

         Politbüro, Stalin’in güvenmediği eski Çarlık subayı General Boris Şapoşnikov’un savaş planını kötümser bulmuş, Kulik ve Voronov gibi siyaseti güçlü fakat askerliği zayıf komutanların cüretkâr ve iyimser  planını onaylamıştı. Üstelik 1937-38 arasında Stalin, iç savaşta tecrübe kazanmış profesyonel genel kurmay kadrosunu, başta General Mihail Tuhaçevskiy olmak üzere, komplo kuşkusuyla kurşuna dizdirmişti.  Askerî plan, kabiliyet ve doktrin açığı II. Dünya Savaşı’nda Rus halkının uğradığı çok ağır kayıpları da açıklamaktadır.

         Rusya’nın imkân ve kabiliyetlerini politik hedeflerine uydurma başarısızlığı hakkında iç siyasetinden dış politikasına, sanayileşme politikasından sosyalizm yorumuna kadar pek çok örnek verilebilir.  Fakat Glasnost ve Perestroyka hepsinin üzerine tüy dikmiştir.

Sarhoş Yeltsin, Belovej Ormanı’nda attığı bir imzayla (1991) Sovyetler Birliği’ni dağıtmış, Sovyet halkının muazzam bir emekle inşa ettiği bütün iktisadi değerler, ansızın oligarklara dönüşerek üretim araçlarını özel mülkiyetine geçiren bürokrasiye peşkeş çekilmiş, ülke dört nala kapitalizme doğru giderken KGB ve bazı Kızıl Ordu birlikleri  son bir hamleyle reformcuları tasfiye etmeye çalışmış  (18-21 Ağustos 1991), darbe ezilince  Genel Kurmay Başkanı Sergey Ahromeyev, Gorbaçev’e hitaben yazdığı mektupta, hayatını adadığı kurumların çökertilmesine katlanamadığını belirterek intihar etmiştir (24 Ağustos).

         Rusya’nın tarihi trajiktir.

         Trajedinin sebebi Rusya’nın Avrasya kıtasındaki jeostratejik konumunun ve İmparatorluk özleminin yanı sıra, gücü ile ihtirasları arasındaki hesapsız ve ölçüsüz uyumsuzluktur. Putin’in “Rusya akılla, mantıkla anlaşılamaz, ancak hissedilir” sözü yabana atılamaz.  Savaşçı neoconların ABD yönetimindeki ağırlığına rağmen, Pentagon’daki generallerin ve her krizde ABD’nin kuyruğuna takılmak gibi tarihî bir zaaf sergileyen Avrupalı çapsız yöneticilerin bu kez Rus ruhunu hissetmelerini umarız.

         ABD’nin Rusya’yı NATO’yla çevreleyerek teslim alma taktiği ne kadar tehlikeliyse, Putin oligarşisinin eski Rus imparatorluk alanına doğru genişleme arzusu da o kadar hayalcidir (Dugin: “Savaş, imparatorluk mantığı ile ulus-devlet arasındadır”). Birincisi ateşle oynarken, ikincisi daha şimdiden imkân ve kabiliyetinin çok ötesine geçti.

Evrensel kültürün zirvesinde yer alan edebiyatına, müziğine, devrimci ruhuna ve kültürel birikimine hayranlık duyduğumuz Rusya, tarihinin hiçbir döneminde sabit sınırlara sahip olmamıştır. (Putin: “Rusya’nın sınırları yoktur.”)

Bütün küresel askerî plan ve stratejileri altüst eden Ukrayna krizi bu konuda belki bir fırsat sağlar.  Batı İttifakı’nın Rus İmparatorluğu’nun ve dininin doğum yeri olan Ukrayna’nın en azından Dinyeper doğusunu ve Donbass bölgesini Rusya’ya bırakması, Kırım ile anakaranın birleşmesine rıza göstermesi ve NATO’nun genişlemesini durdurması gerekir.  Arabuluculuk söz konusu olacaksa, bunu yapabilecek tek ülke, küresel dünya kapitalizmi içinde kendine yer açmaktan ve nüfuz alanları edinmekten başka amacı olmayan, yeni bir dünya savaşı istemeyen Çin Halk Cumhuriyeti’dir.

Krizin ardından, yeni Soğuk Savaş koşullarında nükleer silahların sınırlandırılması ya da yok edilmesi için bir anlaşma süreci başlatılmalı ve Birleşmiş Milletler kurumu revize edilmeli, Cenevre Konvansiyonu yenilenmelidir.

Böyle olmaz da Batı İttifakı, Rusya için Dimitriy Peskov’un dediği gibi bir “varoluş sorunu” yaratırsa, dünya felakete sürüklenir. Hem Çar’ın tahtında hem de Politbüro makamında oturan Kremlin’in sahibi Putin, kendi adamları tarafından bir saray darbesiyle devrilmediği taktirde nükleer silah kullanmaktan asla çekinmeyecektir. Yazık olur. İnsan aklı ve iradesi modern zamanlarda ilk kez bu kadar büyük bir sınavla karşı karşıya… Veryansın,25.03.2022