Yavuz Alogan
1990’larda kapitalizmin büyük rüyası gerçekleşmiş gibi göründü. Dijital otonom üretim sistemleriyle kol emeğini tarih sahnesinden silerek sınıfsal yapıları dönüştüren; bilişim ve iletişim teknolojileriyle insan beynini kalıplayıp yönlendiren; asayişi güvenlik kameraları ve yüz tanıma teknikleriyle sağlayan; sermayeyi, malları ve insanları yeryüzünün her yerinde serbestçe dolaştıran; insanı birey-yurttaş olmaktan çıkararak sınıfsal niteliğini kaybetmiş bir müşteri-tüketiciye dönüştüren görkemli kapitalizm çağı başlıyordu.
Kavramlar değişmişti. Artık toplumsal sınıfı ve statüsüyle değil, etnik-dinsel-mezhepsel mensubiyetiyle, cinsel tercihiyle ayırt edilen insan, kendi benzerleriyle birlikte özerklik ve özgürlük mücadelesi veren evrensel bir canlı türü, toplumsal bir birim olarak yeniden tanımlanmış, “insan hakları” kavramı bu tanımdan türetilerek yenilenmişti.
İdeal demokrasi, özgür ve sınırsız piyasa ilişkileri içinde kendi parlamentosu, yargı ve güvenlik aygıtları olan küçük özerk bölgelerin, giderek şehir devletlerinin yönetim biçimi gibi tasarlanmıştı.
Doğal olarak, dünyanın görece az gelişmiş bölgelerinde tehlikeli silahlarla donatılmış güçlü orduları olan, iktisadî planlama yapan, teknoloji geliştiren, eğitim öğretimin önemli bir parçasını oluşturduğu toplumsal kalkınma hedefini benimseyen, gümrük duvarları yüksek, millî duyguları güçlü, iddialı ulus-devletler istemediler.
O sırada Rusya ve Çin’i acil sorun olarak görmüyorlardı. Moskova’da parlamento topa tutulmuştu (Anayasa Krizi, 1993) ama Gorbaçev her yola geliyordu; Çin’de Tien An-men katliamı (1989) olmuştu ama Deng Şiaoping’in “dört modernleşme” programı kapitalizmi resmileştirmişti. Her iki ülkede de iktisadî dönüşümün Batı’yla siyasî entegrasyona varacağı düşünülüyordu ve bu yönde güçlü belirtiler vardı.
Ortadoğu üzerinde odaklandılar. Ama daha önce Yugoslavya’yı parçaladılar (1992) ve Doğu Avrupa’nın entegrasyonuyla uğraştılar. Avrupa’nın orta yerinde özyönetimli, sosyalist etiketli bir devlet istemediler, doğu Avrupa’da komünizmin izlerini silmeye çalıştılar.
Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) amacı bölgenin doğal kaynaklarından sağlanan gelirlerin denetim altına alınarak küresel mali piyasalarda değerlendirilmesi (A. Hanieh, NotaBene 2012), Arap ve Türk milliyetçiliğinin yok edilmesi, ulus-devletlerin federasyona dönüştürülmesi, 23 devletin sınırlarının değiştirilmesi ve yeni devletçiklerin kurulmasıydı.
Bu tasarıların hepsi başarısızlığa uğradı ve kapitalizm tarihsel rüyasından yeni bir bunalım dönemine ve I. Dünya Savaşı öncesini andıran jeopolitik bir kâbusa uyandı.
19. ve 20. yüzyıllarda kendisine atfedilen işlevleri küreselleşme döneminde örgütleriyle birlikte kaybeden modern proletarya orta sınıfların, meslek sahiplerinin katılımıyla oluşan muazzam bir prekarya kitlesinin içinde bir müfrezeye dönüştü. Güvencesiz çalışanlar, yoksullaşanlar, geleceği olmayanlar eşitlik özgürlük ve sosyal refah arayarak homurdanmaya, kitleler hâlinde sokağa dökülmeye başladılar. İhtilâl potansiyeli taşıyan kitlesel protesto güvenlik kameralarıyla denetlenemeyecek bir silaha dönüştü. Bir meydanda toplanan yüz binlerce insanı yüz tanıma teknikleriyle takip etseniz ne olacak?
Dinsel, mezhepsel ve etnik gruplar kendilerine verilen rolün sınırlarını aştılar; her türlü denetimden kurtularak kendi ülkelerinde iktidar odakları oluşturmaya başladılar; bazı ülkelerde gizliden ya da açıktan silahlandılar. Batı medya kültürünün doğuya doğru yaymaya çalıştığı eşcinsellik bir “hak arama” mücadelesi olarak zayıf kaldı, en geniş kitlelerde yabancılaşma yaratarak tecrit edildi.
BOP denemesi, merkezî devletler yıkılınca ortaçağ koşullarına dönen Irak ve Libya gibi ülkelerde dönüşü olmayan bir kültürel yıkımla, sosyolojik bir felaketle sonuçlandı. BOP’un ideolojik aygıtı olan “ılımlı İslam” Mısır, Cezayir, Tunus, Fas gibi ülkelerde karışıklığa, isyanlara, darbelere ve tam bir belirsizliğe yol açtı; Türkiye’yi kendi içinde uzlaşmaz çelişkilere, sonuçsuz bir rövanşizm denemesine ve anakronizme sürükleyerek ülkeyi iç savaşın eşiğine getirdi.
Yugoslavya bakıyesi ülkeler arasındaki etnik ve dinî sürtüşmeler Balkanları bir kez daha büyük güç oyunlarının parçasına, tarihsel “barut fıçısı”na dönüştürdü; Avrupa ülkelerinde, özellikle eski Prusya mıntıkasında oluşan neo-faşist hareketler, demokratik yordamları kullanarak kitleselleşmeye, yabancı düşmanlığını kıtanın her köşesine yaymaya, devlet politikalarını etkilemeye başladı.
Fakat en çok Rusya ve Çin konusunda yanıldılar. 1990’ların başında ikisinin de Batı’yla siyasî ve iktisadi entegrasyona gideceğini umuyorlardı. Tam tersi oldu.
Rusya, Çarlık döneminin emperyal alanlarına yönelerek NATO’nun genişlemesine direndi, Ukrayna’da savaşmaya, daha ileri hamleler için Belarus’u tahkim etmeye, Balkanlar’daki Slavları uyandırmaya, Avrupa’daki Atlantik karşıtlarını yönlendirmeye, Batı’yı nükleer silahla tehdit etmeye başladı.
Çin ise Mao dönemini bile aratacak ölçüde merkezîleşmiş bir devlet sistemi kurarak, kendi içinden dünyanın en fazla dolar milyarderini çıkaran, 600 milyon insanın ayda 150 dolar kazanabildiği (C. K. Kırım, 2023) bir kapitalizme “Çin’e özgü sosyalizm” diyerek batıya doğru ticaret yollarını ele geçirmeye, güneydoğu Asya’da ekonomik hâkimiyet kurmaya koyuldu.
Avrupa ülkeleri NATO’nun çevresinde toplandılar; Baltık bölgesinden Akdeniz’e, Güney Çin Denizi’ne kadar askerî tahkimatlar kuruldu.
Neoliberalizm, serbest piyasa, küreselleşme gibi kavramların yerini yirmi yıl içinde jeopolitik ve jeostrateji kavramları aldı. İnsanlığın “Üçüncü Dalga”nın tepesinden teknolojinin hükmettiği sanayi sonrası topluma ulaşacağını öne süren Alvin Toffler’den, tarihin sonunu müjdeleyen Francis Fukuyama’ya, toplumsal devrimlerin “kararsız” bıraktığı bütün halkların tarihsel geleneklerine döneceklerini iddia eden Samuel Huntington’a kadar bütün bir filozoflar kuşağı, yerlerini Zbigniew Brzezinki’nin Büyük Satranç Tahtası’na bıraktı; Sun Tzu ve Carl von Clausewitz’den Alfred Mahan, Halford Mackinder, Nicholas Spykman, arada Nazilerin teorisyeni Karl Houshofer’e kadar bütün bir askerî strateji, coğrafya ve jeostrateji uzmanları kuşağının tozlanmış kitapları raflardan indirildi.
Günümüzde Rusya-Ukrayna Savaşı’nın Balkanlar’a, Karadeniz üzerinden Anadolu Yarımadası’na, Kafkaslar’a, hatta Orta Asya’ya yayılması; ABD-Rusya ve Çin, İsrail ve Azerbaycan-İran ve Türk-Yunan savaşı bekleniyor. Dünya kapitalizminin yönetim merkezlerinden peş peşe büyük kriz, ağır buhran uyarıları geliyor. Ne kapitalizmi yönetebiliyorlar, ne de savaş ekonomisine geçmeleri mümkün.
Küresel sermaye pandemi döneminden bu yana neoliberalizmden çıkmaya, utangaç adımlarla devlete daha fazla rol vermeye çalışıyor. Önümüzdeki dönemde ulus-devlet düşüncesiyle birlikte kamuculuğun özellikle az gelişmiş dünyada güçleneceğini, bütün ülkelerde siyasî yapıların bu yeni duruma göre şekilleneceğini anlıyoruz. Batıda ve kuzeyde siyaset esnafının yerinde durduğunu zannettiği her şey buharlaşıyor. 1990’larda başlayan bir dönem sona eriyor. yalogan@gmail.com