Yavuz Alogan
Bir cumhurbaşkanıyla ilk ve son kez göz göze geldiğimde on yaşındaydım. Çankaya’da gezintiye çıkmıştım. Köşk’ün önünden geçerken ana kapı birden açıldı, muhafızlar selam durdu. Motosikletlerin ardından parlak siyah bir otomobil göründü, ana yola dönmeden önce yavaşladı. Arka koltukta başında fötr şapkasıyla oturan Cemal Gürsel kendisine hayretle bakan kısa pantolonlu çocukla göz göze geldi, kaşlarını kaldırarak dikkatle baktı. Araba sert bir dönüş yaparak yola çıkarken sağa doğru yığıldı, şapkası başından düştü. Felçliydi. Donakalmıştım. Görüntüsü gözümün önünden hiç gitmedi.
Babacan biriydi. “Cemal ağa” diye anılırdı. İhtilalci albaylar, binbaşılar, başımızda bir orgeneral bulunsun diye onu Cumhurbaşkanı yapmışlardı. Bir radyo konuşmasında “Bana inanınız ve güveniniz, asla diktatör olmak niyetinde değilim,” demişti. Evde konuşulduğu için hatırlıyorum.
Sonraki Cumhurbaşkanları içinde bence en ilginç şahsiyet Süleyman Demirel idi. Zaman zaman onu düşünüyorum.
Cevdet Sunay sıradan biriydi mesela, fazla Amerikancıydı. Genel Kurmay Başkanlığı döneminden başlayarak Ordu’yu NATO’nun ta içine sokmaya, askeri halktan ayırmaya çalıştı, emir komuta zinciri dışında olası bir askerî darbeyi önleyecek katı bir hiyerarşik yapı kurdu ve görev süresince denetledi. Halk ona “çivitbaş” gibi uygunsuz bir isim takmıştı. O zamanlar çamaşırlar çivit tabir edilen, ambalajının üzerinde bir öküz resmi ve “öküzbaş” yazısı olan mavi renkli bir tür deterjan ya da beyazlatıcıyla yıkanırdı.
Fahri Korutürk devletin cisimleşmiş hâli gibiydi, mükemmel bir diksiyon ve ses tonuyla, aristokrat bir edayla konuşurdu. Muhafız tavırlı, sert bir Atatürkçüydü. Mustafa Kemal, “Korutürk” soyadını ona bizzat vermişti.
Kenan Evren özel olarak seçilmiş, şahsi ihtirasları, hatta hiçbir konuda herhangi bir fikri olmayan, araziye uyum sağlayarak kendisine verilen görevleri yapan, tesadüfen yükselmiş vasat bir karargâh subayıydı.
“Çankaya’nın şişmanı, işçi düşmanı” takunyalı Özal, Amerikancı İslamcının prototipi olarak hepsinden farklıydı. Sermayenin adamıydı, yüzeysel ve iş bitiriciydi. Nitekim ülkeyi bitirdi, dönüşü olmayan bir yola soktu.
Gençliğinde Büyük Doğucu Abdullah Gül, Colin Powell’la 2 sayfa 9 maddelik “gizli” anlaşma yaptığını gazeteciye övünerek anlatacak kadar gevşek, Güroymak’a “Norşin” diyecek kadar patavatsız bir geçiş dönemi şahsiyetiydi.
Ahmet Necdet Sezer, Cumhuriyet’in yıkılışını kederli bakışlarla izledi. Yapabileceği hiçbir şey yoktu.
Fakat Demirel farklıydı. Her şeyden önce çok tecrübeliydi. Merkezi sıkıca tuttu ve hiç bırakmadı.
Siyasî hayatı boyunca gericiliğin güçlenmesine ve örgütlenmesine katkıda bulunmuş olmakla birlikte, 1990’ların ortasında ülkenin felaketin eşiğinde olduğunu bence fark etmişti. 28 Şubat döneminde askerleri yatıştırmaya, gericileri baskılamaya çalıştı.
Şimdi kimse hatırlamaz, bir televizyon mülakatında “Üniversiteye başı kapalı giremezsiniz,” demişti. “Anayasa Mahkemesi koymuş, Danıştay koymuş, AİHM koymuş… Başı bağlı okutulan yerlere git, Arabistan’a filan git…” Laikliği savunuyordu.
Yine aynı dönemde Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nı dev bir salonda toplayıp Bethooven’ın 9. Senfonisi’ni dinlemiş; “Neşeye Övgü” bölümüyle sona eren senfoninin ardından kürsüye çıkıp, “İşte çağdaş Türkiye!” diye bağırmış, salon “Türkiye laiktir, laik kalacak!” sloganıyla çınlamıştı. Aslında o gün Bethooven’ın 5. Senfonisi (Kader Senfonisi) çalınsaydı duruma daha uygun düşerdi. Zira o sırada ülkenin kaderi belirleniyor, ufukta gerici ve işbirlikçi bir hayalet yükseliyordu. Demirel’in müdahalesi için vakit geçmiş, gönül hicran şarabından birkaç yudum içmişti.
Neyse, konuyu dağıtmayalım…
Dağıtmayalım ama hep merak etmişimdir, koltuğunun altında 24 Ocak kararlarıyla gelen Özal’ı ve ardından Tansu Çiller’i ülkenin başına musallat ettiği için pişman olmuş mudur? Bilmiyoruz. Nasıl oldu da DYP delegesi partinin 1993 Kongresi’nde partinin öz evladı İsmet Sezgin’i değil de işbirlikçi bir ecnebi olan apolitik Tansu Çiller’i genel başkan seçti? Nasıl ikna edildiler? Demirel’in kulağına kimler, neler fısıldıyordu?
Elbette o dönemde parti başkanları ve önemli siyasetçiler ABD elçiliğinin yetkililerini genel merkezde kabul edip sırıtarak basına poz verdikten sonra kapıları kapatıp saatlerce konuşmazlardı. İşbirlikçilik bugünkü kadar aleni değildi.
Çok iyi hatırlıyorum, 1974’te Kıbrıs Çıkarması’nın öncesinde, sırasında ve sonrasında Ecevit, Cyrus Wance (ABD) ve James Callaghan’ın (İngiltere) ağır baskısı altındaydı ve her ne zaman bu adamlarla görüşse, Başbakanlık’ın önüne çıkıp ne konuştuklarını makul bir açıklıkla tane tane anlatırdı. Halka saygısı vardı. Ayrıca o dönemde “kamuoyu” diye bir şey de vardı; siyasî toplum yeniden oluşuyor, sendikalar ve seküler örgütler 12 Mart sonrasında canlanıyordu.
Neyse, uzatmayalım…
Ayrıca o dönemde Cumhurbaşkanı’nı sahici bir parlamento seçerdi. Senato bile vardı. En önemlisi sınırsız itiraz ve eleştiri vardı; parayla, sopayla hizaya sokulmuş bir merkez medya yoktu. Siyasî partiler halka açıktı; düğümlenmiş kulisleriyle cehennem kazanı gibi için için kaynamazlardı.
Cumhurbaşkanı seçileceği zaman siyasî partiler adaylarını açıklarlardı. Aday olan kişi adam gibi ortaya çıkar, konuşmasını yapar, basına demeç verir, bu arada terziye koşup insanı penguen gibi gösteren bir frak sipariş eder, sonra evinde oturup saygıyla Yüce Meclis’in kararını beklerdi. Hepsi Cumhuriyet’e bağlı adamlardı. Bağlı olmayanlar da korkudan bağlıymış gibi görünürlerdi. Fakat hiçbiri hırsız ve yolsuz değildi. Servetleri, yurt dışında banka hesapları yoktu, olamazdı.
Parlamento, Cumhuriyet’in temel ilkelerine bağlı devlet adamı niteliğinde bir Cumhurbaşkanı seçmeye çalışırdı.
Şimdiki gibi altı benzemez bir odaya kapanıp Vatikan’a papa seçer gibi günlerce ve aylarca kimi cumhurbaşkanı yapalım diye tartışmazdı.
Sanki Kardinaller meclisi kapanmış papa seçiyor! Cemaat dışarıda heyecanla toplanmış Sistine Şapeli’nin bacasından yükselerek yeni papanın seçildiğini haber veren beyaz dumanı bekliyor.
Üstelik cumhurbaşkanlığına aday gösterecekleri adamın seçim zaferi de her geçen gün biraz daha şüpheli hâle geliyor. Zira Sayın Reis ringe çıkmış, tezahürat eşliğinde rakibini beklerken sabırsızlık içinde hoplayıp zıplayarak, havayı yumruklayarak ısınma hareketleri yapıyor. Ağır sıklet birini bulmaları lazım.
Aslında bu yazının başına otururken bir cumhurbaşkanında bulunması ve bulunmaması gereken vasıfları tartışmayı düşünüyordum. Zihnim ansızın yakın dönem tarihine kaydı. Ayrıca vasfın ve liyakatin, hatta müktesebatın bile, ne önemi var? Sayın Reis ile altı parti başkanının ortalamasını alın, işte size yeni cumhurbaşkanı?
O bir “tabula rasa” olacak. Yani çerçevesi sağlam, kumaşı gergin, iyi astarlanmış boş bir resim tuvali… Tuvalin kendisi önemli değil. Onu renklendirmek için fırçaya davranacak yerli ve yabancı görünmez eller önemli. İçinde bir şey olmadığı için kolay doldurulacak bir boşluk arıyorlar. Önemli olan, dışarıdan dayatılan mevcut iktisadi ve idarî sistemi ufak tefek değişikliklerle sürdürmekten ibaret.
Şu karanlık, kasvetli pazar gününde herkesi boş, bomboş tuvali değil, onu renklendirecek görünmez elleri tarihsel bir perspektif içinde düşünmeye davet ediyorum. Veryansın, 29. 01. 2023