TARTIŞMA KÜLTÜRÜ

Yavuz Alogan

         Bir konuyla ilgili karşıt düşünceleri sözle ya da yazıyla karşılıklı olarak öne sürme ya da savunma eylemine “tartışma” diyoruz.

         Tartışmadan beklenen, tarafların birbirini ikna etmesinden çok, tartışılan konunun alınacak kararlara zemin oluşturacak şekilde, bütün alt başlıklarıyla birlikte açıklanmasıdır.

         Tartışma bilgiyi temel alır ve farklı bir kültürü (tartışma kültürü) gerektirir. Bu kültürden yoksun ve bilgi seviyesi çok farklı insanlar ya da insan toplulukları arasında tartışma değil, ancak ağız dalaşı olabilir.

         “Toplantı nasıl geçti?” diye soruyorsunuz, “Çok kötü geçti, tartışma çıktı” diyorlar mesela! Başka ne çıkacaktı?

         Hukuk, ekonomi, sanat, estetik, ahlak gibi konularda normları, yani herkesin kabul ettiği yerleşik ilkeleri olmayan ya da çıkar farklılıklarının mevcut normları tükettiği, yozlaştırdığı insan topluluklarında tartışma olmaz.  

         Gelenek, görenek ve sosyal ritüelleri siyasî çekişmelerin içinde boğularak farklılaşmış, ortak normları kalmamış toplumlarda tartışma ya da mutabakat değil sadece çatışma olur. Böyle toplumlarda tartışma mahalle kahvehanesinden parlamentoya kadar bütün ortamlarda uzlaşmaz çelişkilerin sergilendiği bir tür örtülü iç savaş olarak yaşanır. Bu uzlaşmaz çelişkiler bütün toplumu kamplaştırırsa, alttan alta süren iç savaşın üzerindeki örtü günün birinde mutlaka kalkar, eleştiri silahı yerini silahların eleştirisine bırakır ve sahici bir iç savaş çıkar.

         Bu iç savaşın sorumluluğu, devleti yönetenlerden başlayarak siyasî toplumun bütün unsurlarına, resmî ve sivil bütün örgütlere kadar silsile hâlinde yayılmıştır. Sorumsuzluğun kamplaştırıcı ve bölücü dili yukarıdan aşağıya doğru ağırlaşarak inmiş ve toplumun farklı kesimlerini birbirinin boğazına sarılmaya hazır militan kamplara bölmüştür. 

         Devlet’i yönetenler siyasette ölçüyü, tartışmada kantarın topuzunu kaçırınca, sıradan siyasî taraftar her türlü sözlü ve fiili saldırıyı kendisine verilmiş bir hak olarak görür.

         Mesela Devlet Bahçeli’nin “Kılıçdaroğlu’nu terörist Demirtaş veya Karayılan’dan ayırt etmek neredeyse imkansızdır” dediği yerde parlamentonun meşruluğu tartışma konusu olur. Ya da İçişleri Bakanı “İstanbul Belediyesi’nde 557 personel teröristtir” diye yüksekten atış yaptığında ve Belediye Başkanı’ndan “Gel de teröristleri tutukla o zaman” cevabını aldığında ve Bakan “teröristler”i tutuklayamadığında, ülkede ağır bir hukuk ve güvenlik zafiyeti oluşur.

         Anayasa’sında laiklik ilkesinin yer aldığı ülkenin Reis’i ekonomik krizi “nass” dediği dinî kurallarla yönettiğini açıkça ilan etmişse, o ülkede anayasa yoktur. Şer’i hükümler ekonomi dışındaki alanlarda da belirecek demektir.

         Laik ülkenin Cumhurbaşkanı ekonomik krizin sorumluluğunu Allah’a yükler mi?  “Rabbimiz sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınarız buyurmaktadır,” diye konuşabilir mi?

         Nüfusun yarısı “Rabbimiz seni sınav gözcülüğüne mi atadı?” diye dalga geçer. Öteki yarısı “Sınavı kazanıp cennete gideceğiz” diye sevinir. Böyle bir ülkede, geçerli bir Toplum Sözleşmesi şöyle dursun, toplumun varlığından bile söz edilemez.  Devlet’i yönetenlerin ve siyasî toplumun halkı bilinçli bir tutumla dinî, mezhebî ve etnik olarak bölmesinden, ülke içinde düşmanlık yaratmasından daha ağır bir suç olabilir mi? Siyasî partileri ve itiraz etmek için ağzını açan herkesi teröristlikle suçlayıp, dış destekle terörün siyasetini yapan partiyle (PKK/HDP) aynı Meclis çatısı altında oturmak ikiyüzlülük değilse nedir?

         En büyük tehlike kanıksamaktır. Kanıksamak, pek çok kez tekrarlandığı için en abes durumlara tepkisiz kalmak, onlara alışmak, en anormal söz ve davranışları bile giderek normal karşılamak demektir. Her gün dayak yerseniz, bir süre sonra halkın dediği gibi “dayak arsızı” olursunuz. Mevcut durumu kanıksamanın, şu kayıkçı kavgasının, sonuçsuz itişmelerin sonsuza kadar böylesine eğlenceli biçimde süreceğini sanmak da ayrı bir yanılgıdır.

Yüz dört amiralin Montrö açıklamasından (4 Nisan 2021) birkaç hafta önce (25 Mart) TBMM Başkanı, “Cumhurbaşkanı İstanbul Sözleşmesi’nden kararname ile çekildiği gibi, Montrö’den de diğer uluslararası anlaşmalardan da çekilebilir” dedi. Böyle bir sözün söylendiği yerde insan milletvekili olarak oturup yasama görevi yapıyormuş gibi davranmaya utanır. Amirallerin açıklamasını demokratik teamüllere aykırı bulan, hatta “zevzeklik” diye niteleyen ve sözlerine Amiraller için hazırlanan iddianamede yer verilen siyasî parti başkanları, Meclis Başkanı’nın sözlerini demokrasiye uygun mu buluyorlar?

Tek bir kişinin kararnamesiyle bütün uluslararası anlaşmalardan çıkılabiliyorsa, orada yasama yürütme, parlamento, anayasa, bir kurum olarak Devlet, hatta kamuoyu bile yok demektir. Yurttaş gönüllü kulluğu, millet de ümmet olmayı kabul etmiş sayılır.  

Mevcut zihniyeti meşru kabul edip onun tebeşirle yere çizdiği sınırların içinde oynayanlar iktidara geldiklerinde zihniyet değişikliği yapamazlar. Bir normun yerleşmesi on yılları gerektirir, tartışma kültürü aileden ve okuldan başlayarak uzun yıllar içinde toplumun daha üst birimlerine yayılır.  

Yıkılanın yerine yenisini koymaktan, yeni bir başlangıç yapmaktan başka çıkış yolu yoktur. Sorun, Devlet krizidir.

Meclis çoğunluğunu ele geçiren her partinin ya da koalisyonun kendi meşrebine göre anayasa yapmasının yolu açılırsa, zamanla mafyasından etnik grubuna, hemşeri derneğinden tarikatına kadar her kesim kendi anayasasını yapar ve uygular.

1961 Anayasası’yla sorunlu olan Süleyman Demirel yedi kez hükümet kurdu, bir kere olsun “sıfırdan anayasa yapalım” diyebildi mi? Diyemezdi, çünkü Devlet’in bütün anayasal kurumları ayaktaydı.

İtiraz ederek, direnerek, örgütlenerek, mevcut yasal hakların hepsini sonuna kadar kullanarak yeniden kurmak, devrimlerle ya da devrim benzeri ileri atılımlarla yeni bir Toplum Sözleşmesi’nin yolunu açmak, en azından herkesin riayet edeceği yazılı normlar oluşturmak gerekir. Veryansın, 12. 12. 2021