KÖTÜNÜN BİRAZ İYİSİ

Yavuz Alogan

Parti tabanı daima parti yönetiminden daha radikaldir. Yönetim, tabanı sağlam tutmak için hareketin temelini oluşturan idealizmi körükler, örgüt ağlarını kullanarak ona sürekli gaz verir.  Fakat siyasî parti yön değiştirmek için büyük manevralara giriştiğinde, onu sırtına alıp iktidara taşıyan ya da öne çıkaran, mesela ana muhalefet partisi yapan taban dalgalanmaya başlar. İktidara tırmanırken, partiyi ya da devleti ele geçirirken körüklenen idealizm, parti yön değiştirirken radikalleşir ve sorun oluşturmaya başlar.

Bu durumda parti yönetimi iki şey yapar.

Harekete süreklilik kazandıran idealizmin artık var olmadığını, her şeyin para pul ve iktidar hırsına indirgendiğini gözlerden saklamak için tabanı körleştirmeye çalışır. Yeni bir söylem tutturur: büyük bir tehlike vardır; ülke dış güçlerin saldırısına ve iç güçlerin ihanetine maruz kalmıştır. Engelleri aşmak ancak partililerin tıpkı fırtınaya tutulmuş koyun sürüsü gibi bir arada durmaları hâlinde mümkün olabilecektir.  Çobanın peşine takılmayan herkes haindir.

Ya da yönetim, hareketin varlık sebebini oluşturan idealizmin kaybolmadığını, ilk günkü kadar canlı olduğunu gösteren sahneler yaratarak, tabanına ters gelen reel politik söylemini dengelemeye çalışır.  Bu ikili tutum takıyye geleneğiyle yoğrulmuş tabanın diri kalmasını sağlar.

Mesela Reis “Mustafa Kemal’in serencamı Türkiye’nin yol haritasıdır” derken, partisinin grup başkan vekili devletin valisini de yanına alarak İngiliz muhibbi şeriatçı İskilipli Atıf’ın mezarını ziyaret eder.

Ya da CHP’nin başkanı İzmir caddelerini üzerinde altı ok, Mustafa Kemal ve kendi resmi olan posterlerle donatırken, “İskilipli Atıf Hoca’ya nasıl iadeyi itibar verilmiş ise tabii ki Çerkez Ethem’e de iadeyi itibar verilmeli” diyebilir.

Saray yalakaları “Abdülhamid de Atatürk de bizimdir” diyerek Cumhuriyet Devrimi’ni inkâr ederlerken her iki siyasî partinin değirmenine aynı anda su taşırlar, böylece ideolojik hegemonyayı takviye ederler.

Aslında ana muhalefet başkanının işi çok daha zordur.  Kendi varlık sebebini ortadan kaldırmadan, yani etnik ve mezhebî olarak bölünmüş, idarî taksimatı “yerel yönetimler özerklik şartı”na uydurulmuş bir Türkiye kurma amacını fazla öne çıkarmadan parti tabanındaki bilinçli Kemalist radikalizmi nasıl körleştirecektir? Üstelik kendi tabanı iktidar partisinin tabanı kadar cahil de değildir.  

 Baskın ve saldırgan karakterli Reis’in tam karşıtını oynamaya, “Hem temiz, hem de dürüst bir insanoğlu” olarak çocuksu bir saflığa bürünmeye; böylece Saray’dan korkan bütün insanların olanca umudunu kendi şahsında toplamaya çalışır.

Mesela şu sözlerdeki saflığa bakar mısınız?

“Sayın Gül, en son kız kardeşimin vefatı dolayısıyla aradı. Başka zamanlarda da görüşmelerimiz oldu. Abdullah Gül, Türkiye siyasetinin önemli bir ismi, bunu kabul etmek gerekir. Ben bir soruya cevaben, ‘Neden Abdullah Gül’den korkuyorlar?’ dedim. Kıyamet koptu!” 

Parti tabanının Ekmeleddin’den niye hoşlanmadığını, Abdullah Gül’ü hangi sebeple Reis’ten bile daha korkunç bulduğunu, onu övdüğünde neden kıyamet koptuğunu anlamamış gibi yapıyor.

“Hangi strateji çocuklarımızın geleceğinden daha önemli?” diye soruyor. Tabanı körleştirmeye, alıştırmaya, oradaki radikalizmi uyuşturmaya çalışıyor. Tam olarak başaramasa da parti tabanının Saray’dan kurtulma arzusuyla sessiz kalacağını, kendisine katlanacağını biliyor.

Reis’le kol kola girerek CHP’nin geçmişiyle hesaplaşıyor. 28 Şubatçıların açtığı yaralarla, ikna odalarına sokulan başı kapalı kızlarla, Roboski’yle helâlleşiyor.  Partisinin tabanını laiklik ve ulusal birlik konusunda körleştirmeye çalışıyor.  Selahattin Demirtaş “helâlleşme” çıkışını övdüğü zaman ona teşekkür ediyor, “Biz mutlaka bir gelecek inşa etmeliyiz ve beraber inşa etmeliyiz,” diyor.   Fakat punduna getirdiği anda “Kandil’i yerle bir ederim!” diye bağırmaktan da geri durmuyor.

Bütün bu tutarsız tavır ve sözlerin altında, çocuklarımızın geleceğinden daha fazla önemsenen bir strateji yok mu?

Diğer muhalefet partileri daha avantajlı. En azından tabanlarında tortulaşmış radikalizm sorunu yok. Babacan ve Davutoğlu sütten çıkmış birer ak kaşık olarak gökten zembille indiler, politik olarak tamamen steril heveskâr tipleri toplayarak partilerini kurdular: biri ekonomiden, diğeri dış politikadan anlayan iki teknik devlet adamı! Akşener’in helâlleşme diye bir derdi zaten olamaz; suya sabuna, kritik meselelere hiç dokunmadan, Özal’ın “orta direk” dediği toplumsal kesimle buluşmaya çalışıyor. Rezaletin ayyuka çıktığı, Siyasî İslam’ın çöktüğü bir ortamda hep birlikte çok kolay muhalefet yapıyorlar.

Fakat Saray’ın ve CHP’nin işi zor.

Şeriatçılık ve laisizm gibi iki taban radikalizmini aynı neoliberal program temelinde körleştirmek zorundalar.  Birisi Atatürk’e atıf yaparak yeni bir “çözüm süreci” imkânı arıyor; diğeri muhafazakârlarla helâlleşerek HDP’yle gelecek inşa etmeye çalışıyor. İkisi de mecburen hukuk reformundan, demokrasiden söz ediyor.

Aynı iktisadî ve sosyal programı savunan, dışarıdan “dizayn” edilmiş tek bir büyük siyasî partinin farklı fraksiyonları gibi duran iktidar ve muhalefet partilerinin çarkları parayla dönüyor, söylemleri demagojiyle sürüyor. Yurttaş hangisi daha az zararlı, hangisinin insan profili bana daha çok benziyor diye düşünüp öyle oy verecek.  Buna da demokrasi denecek. Öyle mi?

Yarım yüzyıl önce “Filipin tipi demokrasi” diye bir kavram vardı. Çoktan unutuldu fakat şu içinde yaşadığımız sisteme şaşılacak kadar uygun düşüyor. Bu sistemde politik etki alanı ve parlamento sadece emperyalizmin işbirlikçisi partilere, zenginlere açıktır. Diğer “millî sınıf ve zümreler”in, yoksulların bu alana girmesine izin verilmez. Eskiden bizim gibi ülkelerin klasik burjuva parlamenter sistemlerden farkını göstermek için kullanılan bir kavramdı. 

Medyasıyla, tanıtım şirketleriyle, yeni zenginleriyle, yağmalanan varlıklarıyla, yozlaşmış belediyeleriyle dışa bağımlı öyle bir sistem kurulmuş ki parti kurup siyaset yapmak isteseniz bile ancak kenarda oynamanıza izin verirler. Örgütlü bir halk gücüyle kale kapılarını zorlamadıkça sesinizi duyan olmaz.  

Neyse, uzatmayalım…

Özetle, 24 Ocak 1980 kararlarıyla başlayan iktisat politikalarının bütün izleri silinmedikçe; gerçekten laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletinin temelleri yeni bir Toplum Sözleşmesi’yle atılmadıkça mevcut durum iyiye değil, ancak daha kötüye gidebilir. Her defasında size göre kötü olanın biraz iyisi ile iyi olanın biraz kötüsü arasında tercih yaparsınız. Veryansın, 03. 12. 2021