YENİ DEVLETİN YENİ BÜROKRASİSİ

Yavuz Alogan

IMF ve Dünya Bankası az gelişmiş ülkelere sunduğu ekonomik reçetelerin yanına 1980’den itibaren Devlet’in yapısıyla ilgili yeni bir model iliştiriyor.  Yani diyor ki Devlet’in mevcut bürokratik yapısıyla  neoliberal iktisat programını uygulayamazsınız. Kalkınmacı hedeflere uygun bürokrasiyi tasfiye edeceksiniz ve serbest piyasa ilişkilerine uygun yeni bir bürokratik yapı kuracaksınız.

Yönetmeyeceksiniz, yönetişeceksiniz, böylece küresel piyasalarla birleşeceksiniz. Sosyal devlet olmaktan çıkarak şirketleşeceksiniz, ülkeyi bir işletmeci ya da anonim şirket mantığıyla yöneteceksiniz.

Bakanların yerini “ofis memurları” alacak. Bu memurlar seçilmiş değil atanmış olacak. Yüksek bürokrat denilen unsur mutlaka batı tipi eğitim almış, “küresel değerler”e sahip bir kişi olacak. Yüksek maaş (hatta birkaç yerden ayrı maaş) alacak, ABD’de işletme mastırı yaptığı için İngilizce’yi bülbül gibi şakıyarak konuşacak ki küresel merkezlerle de iletişebilsin.

Bakanlık koltuğunda oturan atanmış ofis memuru, Margaret Thatcher’ın 1980’lerde kendi ülkesinde başlattığı bir uygulamaya uygun olarak, “özel sektör kökenli kişiler”den oluşacak; hatta bizim gibi tarihsel Devlet birikimini inkâr etmiş ilkel yapılarda bizzat şirket sahibi adamlar bakan koltuğuna oturacaklar.

Maliye Bakanı lüks ürünler satan mağaza zincirinin sahibi, Millî Eğitim Bakanı özel okulun sahibi, Sağlık Bakanı özel hastanenin sahibi, Tarım Bakanı uluslararası gıda şirketlerinde yöneticilik yapmış olacak.

Böyle olacak ki şahıs yönetişirken, Devlet denilen anonim şirketin menfaatlerini bir hissedar olarak kendi şirketinin menfaatleriyle, şahsi menfaatlerini de müstevlinin siyasî emelleriyle tevhit edebilsin; memleketin bütün limanlarını, bütün tersanelerini, varlıklarını satarken bir işletmeci gibi davranabilsin.

Yüksek bürokrat zengin olacak; alttaki memurlar esnek ve güvencesiz çalışacak, performansına göre ücretlendirilecek.  Piramidin üstü taş gibi sağlam, ortası gevşek, altı oynak olacak.

 Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve devlet bürokrasinin 1980’lerden itibaren nasıl dönüştüğünü/dönüştürüldüğünü, daha doğrusu küresel yeniden yapılanmanın Türkiye’ye nasıl yansıdığını Prof. Dr. Onur Ender Aslan’ın kitabından öğreniyoruz. Kitap potansiyel okuru yıldıracak kadar ağır bir başlık taşıyor: “Sermaye Birikimi, Devlet, Bürokrasi ve Kamu Personel Rejimi” (İmge 2019, 3. bs).  Kitabın editörü olsaydım, bu başlığı alt başlığa çeker ve kitaba “Anlatılan Senin Hikâyendir” başlığını koyardım.  Neyin nasıl değiştiğini tarihsel olarak ve somut verilerle açıklayan bir kitap.

“Devlet teorisi”yle debelendiğimi gören yazar kitabı bana gönderme nezaketini göstermeseydi, bu kadar aydınlatıcı ve kapsamlı bir kitabın yazıldığını fark etmeyecektim. Mutlaka okunması gerekir.

Yazar bir yerde şöyle diyor: “Maddî ve kültürel olarak burjuva sınıfsal değerlerine yakınlaşmış olan, küçük burjuva nitelikli bu memur kümesi; bürokrasinin burjuvaziye eklemlenmiş bölümdür. Bürokrasinin bu çekirdek kesiminin burjuvaziyle eklemlenmesi, azgelişmiş ülkelerde daha belirgin, gözle görünür iken, gelişmiş ülkelerde göreli refah dolayısıyla daha bulanıktır” (s. 190).

 TÜSİAD’ın neden rehavet içinde ve apolitik, Devlet’le bütünleşen yeni burjuvazinin neden bu kadar zengin ve özgüvenli olduğunu anlıyoruz. İsmiyle müsemma ve müstesna Nebati Bey’in “Sen maaş alıyorsun, en fazla neyini kaybedersin?” sözleriyle dayılanması; “ama ben bu iş düzelmezse eğer 1000 çalışanımla beraber bütün varlığımı kaybederim, bunu göze alır mıyım?” diye efelenmesi bu bağlamda anlam kazanıyor. Kendisini kurtarmak için Devlet’i kurtarmaya, boğulmamak için neoliberal sistemi suyun yüzeyinde tutmaya mecbur!

Yazar bir başka yerde şöyle diyor: “… sivil toplum kavramının içerisine baktığımızda Fordist birikim rejiminde [kalkınmacı dönemde-Y.A.] gördüğümüz emekçi sınıfı görememekteyiz. Emekçi sınıf yerine, formülün sivil toplum bölümü her türlü derneği, ki bunun içinde işveren dernekleri de olabilir, almaktadır, emek böylece sivil toplum potası içinde eritilmiştir” (s. 182).

Toplumun, devlet bürokrasisiyle eklemlenmiş zenginler sınıfı ile yoksul kitleler olarak bölündüğünü anlıyoruz. Her siyasî parti başkanı, Sayın Reis’in “fakir fukara garip guraba” sözünü tekrarlıyor. Örgütlü ve güçlü sendikalar, kitlesel yurttaş örgütleri isteyen, “sosyal devlet”i programatik olarak kuvvetle savunan tek bir siyasî parti yok.  Siyasî sistem iktidarı ve muhalefetiyle birlikte halktan kopmuştur.

Çünkü;

“Yönetişimde eksik olan parça geniş toplum kesimleri ve emekçi kesim; yurttaşlardır. (…) Sermaye, ekonomik alandaki gücünü siyasal alana doğrudan aktarmakta, devlet iktidarını ele geçirmektedir. Formül katılımcıdır, ancak yurttaşların değil, yalnızca sermayenin doğrudan devlet yönetimine katılımını içermektedir” (a.g.y.).

1980’de başlayan, 90’ların sonunda hızlanan bir süreç boyunca bütün ülkelerde Devlet’in neoliberal serbest piyasa kapitalizmine uyum sağlayarak dönüştüğünü, “sosyal” olmaktan çıktığını, hukuku rafa kaldırarak şirketleştiğini anlıyoruz. Bizim gibi az gelişmiş ülkelerde bu türden şirketleşmiş Devlet halkı soyan bir aygıt olarak işliyor.

Dolayısıyla, sistem çok yönlü krizlerin baskısı altında çatırdarken, bu nasıl rejim, parlamento niye böyle, bu adamdan bakan olur mu diye feryat etmenin anlamı yok. Krizler öğreticidir; sıradan yurttaşın HAKİKAT’i olanca çıplaklığıyla görmesini sağlar.

Kitabı bir yana bırakarak ve yazarı tenzih ederek şunu söyleyebiliriz:

Elbette kapitalizmin krizi sürdükçe yeryüzünün her yerinde bu yapıya yönelik çok büyük ve kitlesel tepkiler olacak. Sosyal ve ahlaki yükümlülüklerini terk etmiş bir devlete insanlar niye itaat etsinler?  

Guy Standing’in “precarious” (güvencesiz/tekinsiz) ve “proletarya” sözcüklerinden türeterek sosyolojiye kazandırdığı terimle PREKARYA; Zygmund Bauman’a göre,   iş güvencesizliği ve  borçlanma imkânı nedeniyle “evlerini kayan kum üzerinde” inşa etmeye çalışan, siyasî davranışları öngörülemeyen geniş kitleler,  dünyanın her  yerinde  sosyal refah devleti arayışıyla ayaklanacak.

Eğer insanlık kendisini George Miller’in 2015 yapımı Mad Max filmindeki gibi herkesin herkesle savaştığı distopik bir dünyada bulmayacaksa, tekil ülkelerde ayaklanan kitleler pek çok evreden geçerek, her evrede bilinçlenerek, kendi ülkelerinin tarihsel birikimine sahip çıkarak ve tecrübe kazanarak sonunda daha mantıklı ve eşitlikçi bir dünya düzeninin yolunu açacaklar. Veryansın, 17.12. 2021