HANGİ EKONOMİ MODELİNDEN VERELİM?

         

Yavuz Alogan

         Saray rejiminin ekonomi modeli tartışılırken öne çıkan bütün kavramların kaynağı 24 Ocak  Kararları’dır. Bu kararlarla Devlet’in piyasa üzerindeki denetimi ve sübvansiyonlar kaldırıldı, kamu mallarını özelleştirme süreci başladı, ithalat serbestleşti, yurt dışı müteahhitlik hizmetleri teşvik edildi.

          12 Eylül başta sendikalar olmak üzere bütün demokratik örgütleri ezip geçtiği için Özal’ın başlattığı yapısal dönüşümün önünde engel yoktu. Emeği ucuzlatarak yabancı sermayenin sömürüsüne açma düşüncesi o zaman doğdu ve açıkça dile getirildi. Özal, Akdeniz kıyılarında “serbest bölgeler” kurmak istiyordu.

         O sırada Çin’in ucuz emeği çokuluslu şirketlerin sömürüsüne açma kararı çoktan yürürlüğe girmiş, 6 Ocak 1979’da Guandong bölgesinde yabancı sermayenin şirket kurmasına izin verilmişti.

         Aslında “Ben zengini severim” diyen Turgut Özal ile “Zenginleşmek çok şerefli bir şeydir” diyen Deng Şiaoping o dönemde bir araya gelebilselerdi her konuda anlaşırlardı.

         Elbette Çin’deki ekonomik büyümenin siyasî temelinde Rusya’nın nükleer silahlarına hedef olma kaygısıyla Mao Zedung’un  1972’de ABD Başkanı  Nixon’la el sıkışması, Çinli komünistlerin Sovyetler Birliği’ni ABD’den çok daha saldırgan bir (sosyal) emperyalist güç olarak tanımlaması yatıyordu.

Neyse uzatmayalım…

Özetle Çin, Komünist Parti’nin yönetimi ve denetimi altında kapitalizme geçti. Mao’nun ölümünden sonra iktidarı devralan Hua Guofeng, Mao’nun Kültür Devrimi’nin (1966-76) devamından yana olan “Dörtlü Çete”yi hızla tasfiye ederek Deng Şiaoping’in yolunu açtı.

Daha fazla liberalizm ya da daha fazla komünizm isteyen kitlelerin karşı karşıya geldiği Tien Anmen Meydanı’nda binlerce Kızıl Ordu askeri  binlerce insanı kurşuna dizdi (Haziran 1989) ve ülke  parti komutasında kapitalizme geçti;  emekçi halkın sosyal güvenceleri (“demir pirinç kâsesi”) kaldırıldı;  kırsal komünler dağıtılarak  milyonlarca tarım işçisi yerli ve yabancı sermayeli kapitalist şirketlerde ucuz işgücü olarak istihdam edilmek üzere serbest bölgelere sürüldü; çokuluslu şirketler  bedava işgücüne üşüşerek  fabrikalarını Çin’e taşıdılar. 

İç pazar Coca-Cola’dan başlayarak dünya markalarına açıldı. Volvo, Mercedes-Benz, Boeing gibi şirketler       bazı üretim birimlerini Çin’e aktardılar. Motorola, Intel, IBM, Wolksvagen, AT&T, General Electric gibi devasa şirketler Çin’e sermaye ve teknoloji, karmaşık sistemleri yönetme sanatı, kalite kontrolü ve pazarlama teknikleri getirdiler. Çin ekonomisi yılda 12-13 oranında büyüdü.  O sırada sermayenin getirisi Çin’de yüzde 30 ile 40, ABD’de ise yüzde 7 kadardı (W. Greider, Tek Dünya, İmge 2003, s. 211)

Ve bu “Çin tipi sosyalizm” küreselleşme bayrağını devralarak dünya ticaret yollarını ele geçirmeye, zamanla sermaye ihraç etmeye, kendi halkının refahını artırmak için dünyanın az gelişmiş bölgelerinde ucuz işgücü aramaya başladı.

          “Çin mucizesi” böyle gerçekleşti.

         Devlet’e, orduya, burjuvaziye ve emekçi kitlelere aynı anda hükmedemeyen Özal’ın böyle bir “mucize” yaratması elbette beklenemezdi. Fakat ondan sonra iktidara gelen herkes, AKP’de dahil olmak üzere, Özal’ın çizgisini netice alamadan debelenerek sürdürdü. Türkiye’yi en azından bir tür Güney Kore yapmayı denediler fakat beceremediler; muazzam bir gelir eşitsizliği yarattılar ve en önemlisi Devlet’i battal ettiler, sosyal olmaktan çıkardılar.

         Mesela millî sanayi hamlecisi Erbakan “garson devlet” terimini icat etti; Tansu Çiller özelleştirme yasalarıyla “son sosyalist devleti yıktım” diye övündü. Müthiş bir “demokrasi” cümbüşü yaşandı, umutlar tavana vurdu, havai fişekli Gümrük Birliği’ne giriş şenlikleri yapıldı. Sonunda ekonominin dümenini Ecevit’in elinden alıp Kemal Dervişe teslim ettiler. Kamu borçlarının tahsildarı olarak gönderilen Derviş’in yaptığı reformlar Saray Rejimi’nin yirmi yıldır sürdürdüğü iktisat politikasının temelini ve düzleştirilmiş zeminini oluşturdu.

         Sistem tıkanıp krize girince ve HAKİKAT en müstehcen hâliyle ortaya çıkınca, Sayın Saray “19 yıldır bu ekonomi politikasının hazırlıklarını yapıyoruz,” dedi.  Doğru söze ne denir? Ancak şapka çıkarılır! Hazırlıkların neticesini herkes gündelik hayatın içinde hayret ve dehşetle gördü.

         Peki şimdi n’olacak?

Önümüzdeki yıllarda dünya kapitalist sisteminin yeni bir sermaye birikim modeli aramaya devam edeceği ve bu arayış sürecinde piyasayı düzenleyen bir denetim gücü olarak devletin ve planlamanın  öne çıkacağı,  merkez/çevre ülkelerinin yeniden sıralanacağı anlaşılıyor (bu merkez çevre ayrımı konusunda bkz. Immanuel Wallerstein)

Biz nasıl bir çevre ülkesi olacağız ve merkez ya da merkezlerle ekonomik ilişkimizi nasıl kuracağız? 

Soru budur.

İktidara aday siyasî partilerin bu soruya verdikleri yanıtlar, daha akılcı, daha az yağmacı ve çapulcu, kısmen daha planlı vs olma niyetlerine rağmen, son tahlilde, neoliberal piyasa ekonomisi çerçevesinde ve dışa bağımlı kalacaktır.

Mesela CHP’nin Haziran 2015 genel seçimlerinden hemen önce tanıttığı “Merkez Türkiye” projesi Türkiye’yi bir “çevre” ülke olarak tarif eder. Buna göre Türkiye küresel ticaretin dev antreposu, malların toplanıp dağıtıldığı bir merkez haline gelecek, küresel kapitalizmin ticaret acentası olarak komisyonla zenginleşen bir ambalaj ekonomisine dönüşecektir: ticarî bir dağıtım deposu, bir tür “hub” (aktarma merkezi), çokuluslu şirketlerin “ucuz emek cenneti” olacaktır.

Toprakları, vadileri, ormanları, limanları, havaalanları, telekomünikasyon sistemleri, köprüleri, her şeyi satılmış, buğdaydan teknolojiye kadar her şeyi ithal eden bir ticaret kavşağı; malların geçiş köprüsü, turizm beldesi, aynı zamanda askeri/jeostratejik alt-merkez…

Osmanlı tarzı yayılma hayallerini bir yana bırakırsak, Saray’ın yapmaya çalışıp beceremediği şey de aşağı yukarı buna benziyordu. Fakat iktidarı kaybetme korkusuyla aşırı ölçüde beslediği yeni zenginler sınıfıyla kendisini tahkim ettiği ve devlet teşkilatını işlemez hâle getirdiği için tıkandı. Sistem dışarıdan dayatılmıştı. Esnek kamu personel rejimi, taşeronlaştırma, performans kriterleri, sendikasızlaştırma ve emek piyasasının işgücünü ucuzlatacak şekilde düzenlenmesi, stratejik kuruluşlar dahil varlıkların özelleştirilmesi, bankalara yabancı ortaklıklar vs… Bütün bunlar Reis’in aklına gelen parlak fikirler değildi; hepsi küresel sistemin dayattığı uygulamalardı. Böyle bir sisteme elbette başkanlık rejimi, baskıcı bir güvenlik devleti yakışırdı. Nihayet “patron çıldırdı” evresine geçildi.

Saray’ın yerine geçmeye hazırlanan siyasî partilerin bu yapısal ve sistemik konularda halka açıklanmış bir programları var mı?  Mevcut yapıyı ve sistemi değiştirmeden nasıl ve ne üreteceksiniz?

Neyse uzatmayalım…

Bizim ülkemizin ayırt edici özelliği, ekonomi modelinin 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde, ilkeler düzeyinde belirlenmiş olmasıdır.  Bu ilkelerin ruhu, tam bağımsızlık ve millî ekonomi; dengeli toplumsal kalkınmayı öngören planlı prensipli bir karma ekonomidir. Bu ruhu ve yolu kaybettiğimiz için kaybolduk. Oysa muhtaç olduğumuz her şeye sahiptik.

Yalçın Küçük, yıllar önce, “Kemalizm bizi ileriye götürmez fakat biz de Kemalizm’den geriye gitmeyiz” demişti. Bu söz sosyalistler için söylenmişti fakat bugün herkes için geçerli. Kemalizm’den çok geriye düştük.  Düştüğümüz yerden kalkarak onun açtığı yola dönmemiz, yeni bir Aydınlanma Devrimi’nin hızıyla ilerlememiz gerekir. Veryansın, 10.12.2021