BAKIŞ AÇILARI

Yavuz Alogan

Bakış açınızı değiştirmeniz baktığınız nesnenin niteliğini değiştirmez.  Nesnenin yerini ya da ona baktığınız yeri değiştirerek bakış açınızı değiştirebilirsiniz. Nesnenin yerini değiştirirseniz insanların ona bakış açısını değiştirmiş olursunuz.  İnsanların yerini değiştirirseniz nesne olduğu yerde kalır, insanların bakış açısı değişir. Ancak bütün bunlar nesnenin niteliğini değiştirmez.

         Elbette ışık da önemli. Nesneyi karanlık bir yere çekerseniz, insanların bakış açısı değişmez fakat nesne gözden kaybedilmiş olur.

Fakat nesne çiğ bir ışık altında olanca çıplaklığıyla bir kez görülmüşse, nesnenin ya da insanların yerini de değiştirseniz, ışığın kaynağını yok ederek ortamı karanlığa da boğsanız fark etmez.  İnsanlar onu kısa süreliğine de olsa görmüşlerdir. Bakış açıları farklı da olsa nesne insanların belleğine kazınmıştır. Niteliği fark edilmiştir.  

         AKP’nin ele geçirip yirmi yıldır kullandığı Devlet’in gerçek niteliği Sedat Peker’in sayıklamayı andıran açıklamaları sayesinde fark edilmiştir. Nesne, geri dönüşü olmayan bir süreç boyunca, olanca varlığıyla, retrospektif olarak (geriye/geçmişe doğru) anlaşılmış, işleyiş mekanizması görülmüştür.  Her ne yapılırsa yapılsın nesnenin gözün retinasında bıraktığı iz, insan belleğinde edindiği yer artık değiştirilemez.

         Hangi açıdan bakarsanız bakın tekerlekleri kırılmış, yağmacı bir yandaş burjuvazi tarafından içi yağmalanmış, koruyucu tamponları, şeffaf camları sökülmüş, aküsü çalınmış, döşemeleri parça parça koparılmış bir Devlet arabası görürsünüz. Arabanın üstüne çıkıp nutuk atanların sözleri artık inandırıcı değildir.

         Elbette yeniden saflaşmalar, geçici ittifaklar, çatışmalar, tasfiyeler, belki kanlı boğuşmalar olacaktır. Siyasî toplumun her bir unsuru kendi bakış açısına göre vaziyet alacak, geniş halk kitlesi ise muazzam paralara hükmeden silahlı güçlerin Devlet katında sürdürdükleri çatışmayı izlemeye, taraf tutmaya zorlanacaktır.

         Halk nesnenin niteliğini anlamış, onun nasıl bir şey olduğunu ve ne yaptığını görmüştür. Ayrıntıları göremez, çeşitli unsurların birbiriyle olan bağlantısını, üst ya da alt akıl gibi şeyleri elbette bilemez.  Kimin ipinin kimin elinde ya da kimin elinin kimin cebinde olduğunu, kimin doğru ya da yalan söylediğini, doğrunun içinde ne kadar yalan, yalanın içinde ne kadar doğru olduğunu anlayamaz. Biz de anlayamayız. Fakat nesnenin niteliğini anlamış olmamız yeterlidir.  Gerisi spekülasyondur. İnsanlar bilgi birikimine, duygu durumuna, siyasî ve sosyal müktesebatına göre vaziyet alacak; kimi kuyruğunu, kimi hortumunu, kimi kulağını tuttuğu fili tanımlamaya çalışacaktır. Fakat filin, yani nesnenin olanca cüssesiyle orada durduğu ve zarar vermekte olduğu, üretilen bütün değerleri hortumladığı konusunda hiç kimse şüphe duymayacaktır.

         Bundan sonrası için iki ihtimal var.  

Saray nesneyi başka yere koyarak insanların bakış açısını değiştirir ya da nesneyi aydınlatan ışığı kesebilir; taşeron niteliğindeki mafya örgütlerini geri çekip bir kısmını tasfiye eder, birkaç günah keçisi yaratıp cezalandırır, siyasî partilerin içinden yükselecek sesleri şantaj ve tehditle baskı altına alıp susturur ve kendi rejimini yeniden kurarak iktidarını güçlendirir, böylece nihai hedefine giden yoldaki engelleri kaldırmış olur.

Bütün veriler ve onları çevreleyen koşullar dikkate alındığında, Saray bunu ancak Atlantik sistemiyle bütünleşmesi, kendisini tıpkı  BOP eşbaşkanlığı zamanındaki gibi onun iktisadî ve askerî uzantısı olarak    yeniden tanımlaması şartıyla yapabilir.  Bu durumda Türkiye ABD-İsrail’in dümen suyunda yol alan, demokrasisi göstermelik tipik bir Ortadoğu Sünni diktatörlüğü olarak yoluna devam edecektir.  Siyasî iktidarın tam da bu yolda hızlanmaya çalıştığı açıkça görülmektedir.

Bu ihtimalin gerçekleşmesi Saray’da kimin oturacağından bağımsızdır.  Küresel sistem derinlemesine nüfuz ettiği Türkiye’de rahatlıkla at değiştirebilir. Mevcut atı vurabilir, kapatabilir, çayıra salabilir.  Seçimle ya da aile içi veya dışı darbeyle iktidara gelen bir başkası Saray’a yerleşebilir.

Sivil toplumun yok edilmesi, siyasî toplumun dışarıdan düzenlenmesi, sendikaların ve meslek kuruluşlarının etkisizleştirilmesi, halk ile yasama organı arasındaki organik bağların koparılması ve bütün erklerin sivriltilmiş bir Başkan’a bağlanması, emperyalizmin komplo ve operasyonlarla bu sivri ucu yönlendirmesini ya da gerektiğinde değiştirmesini kolaylaştırmıştır.  Tekerlek ya da şişe olduğu gibi kalır, sibop ya da mantar gerektiğinde değiştirilir. Parlamento üstü başkanlık rejimi bu türden operasyonlara uygun bir mekanizma yaratmıştır.

İkinci ihtimal, toplumun en ilerici kesimlerinin bir Kurucu İrade oluşturması, ortaçağ kurumlarını, mafya örgütlerini tasfiye ederek onları mülksüzleştirmesi, en kilit sektörlerden başlayarak özelleştirilmiş olan bütün teşekkülleri kamulaştırması, planlı ekonomiye geçerek yeni bir iktisat programı başlatması ve nihayet bir Kurucu Meclis toplayarak yeni bir anayasa yapması; böylece, kâğıt üstünde kalmayan, adını hak eden gerçekten laik, demokratik bir sosyal hukuk devletinin uzun vadede kurulmasıdır.

Kurucu iradenin gökten zembille inmeyeceği açıktır. Yurtsever cesur savcılar, hukukçular, öğretim üyeleri, sendikacılar, parti üyeleri, emekli ve görevde askerler ve diplomatlar mutlaka öne çıkacaktır.  Önderlik kitle hareketini öncelemeli, onun içinde olmalı ve hareketin örgütlenmesini, hedeflerinin belirlenmesini sağlamalıdır. Bunun önşartı sokağın dokunulmaz bir alan olarak ele geçirilmesi, bütün taleplerin oradan yükselmesidir. Toplanma ve gösteri hakkı kullanılmayı beklemektedir.

Kitlelerin anayasal demokratik haklarını kullanarak seslerini yükseltmedikleri, taleplerini ve görüşlerini toplu açıklamalarla ortaya koymadıkları koşullarda mevcut rejimin değişmesi, parlamentonun güçlendirilmesi, yargının bağımsızlaşması kesinlikle imkânsızdır. Olağanüstü dönemler olağanüstü kadroları ve uygulamaları gerektirir.  Yenilenme talebini kendi bağrından çıkaramayan toplum kaderine razı, Saray Devleti ise dış güçlerin oyuncağı olur.

Bu iki ihtimalin arasına, her birini önceleyen süresi belirsiz bir kargaşa olasılığını yerleştirmek gerekir. Gâvurca “limbo” (ne yana devireceği belli olmayan bir tümsekte durma hâli) ya da “interregnum” (eski olanın yıkıldığı ama yeni olanın ufukta görünmediği ara dönem) beklenmelidir.  Bu dönemi, olup bitenleri aval aval seyrederek ya da sosyal medyada eğlenerek değil, toplumun en ilerici kesimlerinin devrimci bir ruhla mayalanması için çaba göstererek aşmak gerekir.

Bu saatten sonra hiç kimsenin yönetenlerin bakış açısıyla bakmak, demokrasi ve hukuk varmış gibi davranarak yere tebeşirle çizilen dairenin içinde oynamak gibi bir mecburiyeti yoktur.  Veryansın, 28. 05 2021