Yavuz Alogan
1961 Anayasası’nın kabulünden bu yana gelmiş geçmiş hiçbir siyasî parti yasama, yargı ve yürütmeyi tek bir elde toplayarak Devlet’i bütünüyle ele geçirmeyi başaramadı. AKP, kuruluşundan itibaren katıldığı bütün seçimleri kazanarak tek başına iktidar oldu ve üç referandumla (2007, 2010 ve 2017) rejimi değiştirdi. Böylece bildiğimiz Devlet ortadan kalktı ve mecliste çoğunluğu ele geçiren her partinin rejimi değiştirerek kendi devletini kurmasının yolu açıldı. Saray kendisini Devlet olarak tanımladı. Bugünün Devlet’i Saray, devlet adamları ise Reis’in Saray’da oturan adamlarıdır. Gerisi görüntüyü kurtarmak içindir.
AKP’nin ideolojisi (siyasî İslam) ve yağmacı karakteri karşısında Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerinin savunulamadığı, kurumlarının yeterince güçlü olmadığı, siyasî partiler rejiminin uzun yıllar boyunca Kuruluş ilkelerini yıprattığı, siyasî toplumun ve askeriyenin dış baskılara karşı savunmasız olduğu anlaşıldı.
Siyasî partilerin komplolarla dışarıdan “dizayn” edildiğini, sendikaların ve meslek örgütlerinin yozlaşarak kendi üyelerinin haklarını korumaktan vazgeçtiklerini, askerlerin var olmayan hukuka güvenerek silahlarını ve üniformalarını bırakıp FETÖ’nün savcılarına teslim olduklarını, savcıların ve yargıçların HSK aracılığıyla siyasî iktidarın emrine girdiklerini, medyanın % 95’inin siyasî iktidarın havuzunda toplandığını, anaokulundan üniversitelere kadar bütün eğitim kurumlarının ideolojik kadrolar tarafından ele geçirilerek felç edildiğini, burjuvazinin apolitikleştiğini (hani nerede Ecevit’e karşı gazetelere çarşaf gibi ilanlar veren, Kenan Evren’e mektup döşenen iş adamları!), yeni bir rantçı burjuvazinin ülkenin iliğini kemiğini sömürdüğünü, etnik ve mezhebi bölünmelerin bütün toplumsal sınıfları böldüğünü, Saray’ın hükmettiği bütün kurumlarda tarikat ve cemaatlerin rekabet hâlinde olduğunu gördük.
Neoliberal küresel kapitalizmin bizim gibi ülkeler için tasarladığı iktisadî, sosyal ve siyasî yapının ta kendisi, hatta en mükemmel biçimi oluştu. Arazileri, şirketleri, bankaları, limanları köprüleri, işgücünü satılığa çıkaran, ülkenin jeostratejik konumunu pazarlık konusu yapan, şantaj ve baskı altında iktidarını sürdürmekten başka kaygısı olmayan, her konuda dışarıdan baskı altına alınması kolay bir Saray rejimi kuruldu… Hakikat budur!
Ekonomik kriz, korona pandemisi ve mafya rezaletleri bu yapının üzerine geldi. Siyasî İslamcıların ele geçirdikleri Devlet, tarihinde ilk kez çiğ bir ışık altında halka en müstehcen hâliyle göründü. Mafya babası, İçişleri Bakanı’nı madara etti. Kara paranın mafya eliyle aklanarak Devlet’in içinde paylaşıldığı, İçişleri Bakanı’nın mafya şefine tüyo verdiği, mafya gruplarının kolluk gücü ve yargı marifetiyle birbirinin ve Devlet’in “malına çöktüğü” anlaşıldı. Mafya mı devletin içine girmiş, yoksa devlet mi mafyalaşmış henüz tam olarak anlaşılamadı.
2000 öncesinde Organize Suçlarla Mücadele ve Kaçakçılık Şubesi’ni kuran yurtsever polis Adil Serdar Saçan bir tv programında şöyle dedi: “Eğer bir karakol amirinin bölgesinde bir mafya örgütlenmesi varsa ve yakalanmıyorsa, polis amiri mutlaka mafyanın kiralık elemanıdır.”
Ve benim için en acısı -çünkü inanmamıştım- İstanbul’un dünyada en çok uyuşturucu tüketilen ikinci il olmasıdır. Bu iddianın gerçek olduğu atık su analizleriyle kanıtlanmış. Üçüncüsünün de Adana olduğu iddia ediliyor. Eskiden uyuşturucu transit geçiyormuş, şimdi iç pazar oluşmuş. Türkiye’nin Pablo Escobar’ları kimler?
Sorun toplamda anayasal rejim sorunudur. Ve bu sorun ancak nüfusun yarısının harekete geçirilmesiyle çözülebilir. Aksi hâlde yorgun düşen, zemin kaybederek her alanda tel tel dökülen siyasî iktidar bir tür Saray darbesiyle ya da başka yöntemlerle yıkılacak, yerine geçen iktidar mevcut yasalara dayanarak çok daha baskıcı, dışa bağımlı ve gerici bir yönetim sistemi kuracaktır.
Türkiye’de kendi âleminde yaşayan, hiçbir işe yaramayan, “siyasî parti” ismini hak etmeyen 103 siyasî parti var. Hepsini toplasan bir parti etmez. Meclis’te grubu olan partiler ise “Kriz derinleşince iktidar olgunlaşmış armut gibi pişip ağzımıza düşecek” havasında. Bunların bir halk hareketi oluşturma kapasitesi, halkın taleplerinden hareketle laik, demokratik bir hukuk cephesi açma yeteneği sıfır!
CHP’nin başkanı, miting yapmayacaklarını, insanlarla tek tek ilişki kuracaklarını söylüyor. Gazeteci soruyor: “CHP neden kitleleri mobilize etmekten çekiniyor?” Başkan cevap veriyor: “Saray da bunu istiyor. İstiyor ki kitleler sokağa çıksın, ben onların üzerine güvenlik güçlerini göndereyim, OHAL ilan edeyim, parlamentoyu da kapatayım, kararnamelerle devleti yöneteyim.”
Gazeteci bir daha soruyor: “Peki kitlenin böyle bir talebi olursa ne diyeceksiniz?” Cevap: “Böyle bir talebi herkes kafasından silsin bir sefer. Sandık gelecek, demokratik yollarla bir otoriter rejimi yolcu edeceğiz” (KRT tv, Zafer Arapkirli röportajı, Mayıs 2021).
Sayın Başkan durumu anlayamamış, analiz yapma kabiliyeti yok. Her protestoyu anında bastıran, ülkeyi zaten kararnamelerle yöneten, rahatlıkla provokasyon yapıp OHAL ilan etme imkânı olan, milis benzeri silahlı sivil güçleri eğiten, parlamentoyu kapatmayı bile iktidarını sürdürmek için göze almış siyasî iktidarın sandıktan çıkan muhalefete Saray’ı teslim edeceğini sanıyor. Durumu anlayamamış! Üstelik Saray’a güvence veriyor: asla kitle hareketi olmayacak! Asla devri sabık yaratmayacağım, hesap sormayacağım. Rand Raporu’nda da böyle yazıyor.
Hesabı “bağımsız yargı” soracakmış! Sen sandıktan çıkacaksın ve yargı ansızın bağımsızlaşacak, gökten yargıçlar inecek ve yolsuzlukları, kanunsuzlukları soruşturacak. Bu arada HDP’ye bakanlık ve valilik vererek ülkede asayişi, siyasette istikrarı sağlayacaksın. Öyle mi?
Şu anda aklıma Tarık Buğra’nın İbiş’in Rüyası adlı romanı geldi fakat anlatması uzun sürer. Özetle, İbiş bir meddahtır, Prandello, İbsen ve Şekspir oynamak ister fakat seyircinin gözünde “ibiş” olmaktan bir türlü kurtulamaz. Türkiye’yi bir tür İskandinav ülkesi gibi gören, her şey normalmiş gibi davranan korkak politikacıyı trajikomik bir gelecek beklemektedir.
Herkesin açıklama yapması lazım. Emekli savcıların ve maliye uzmanlarının bir araya gelerek açık kaynaklardan hareketle iddianameler ve yolsuzluk dosyaları hazırlamaları ve bunları imzalayarak halka açıklamaları gerekir. Meclis’te grubu olan partilerin içinde hâlâ laikliği, Devrim Kanunları’nı savunanlar varsa, parti farkı gözetmeden birleşip seslerini yükseltmeleri gerekir. Oy kaygısıyla laiklik ilkesini ağzına almaktan çekinen politikacıların ihanetine ortak olmak zorunda değiliz. Pahalılığı ve işsizliği protesto, laikliği savunma mitingleri yapmak, bildiriler ve manifestolar yazmak gerekir. Genel seçimlerle oluşan parlamento anayasal rejimi değiştiremez. Anayasal rejimi ancak Kurucu Meclis değiştirebilir. Kendi bağrından bir Kurucu İrade çıkaramazsa bu ülkenin geleceği karanlıktır.
Siyasî iktidar değişse bile Saray rejimi bu kez çok daha baskıcı yöntemlerle varlığını sürdürecektir. İktidar sahiplerinin mutlaka bir şeyden korkmaları lazım. Allah’tan kitaptan, kanundan, anayasadan, halk hareketinden… Muhalefetin sana bir şey olmayacak diye güvence verdiği bir iktidardan da bütün halkın korkması lazım. Veryansın, 21. 05. 2021