Yavuz Alogan
Osmanlı’dan bu yana anayasalar siyasî iktidarlar tarafından daima kısıtlayıcı bulundu. II. Abdülhamit’in 93 Harbi’ni bahane ederek kaldırdığı Kanun-u Esasi’yi 1908 Devrimi silah zoruyla tekrar yürürlüğe koydu. Anayasa’da değişiklik yapıldı, mutlak monarşiden parlamenter monarşiye geçildi.
Anadolu İhtilali 1921 ve 1924 anayasalarına yol açtı. Silah zoruyla yeni bir Konvansiyon (Sözleşme) oluştu; kuvvetler (yasama, yargı, yürütme) birleştirildi, görevler ayrıldı, meclis hükümeti sistemi parlamenter sisteme doğru açıldı.
Demokrat Parti 1924 Anayasası’nı kısıtlayıcı buldu; daha serbest hareket etmek, parlamenter sistemi daraltmak ve basını denetim altına almak istedi; karışıklık çıkarmakla suçladığı ana muhalefet partisini ve onu destekleyen muhalif basını sorgulayıp mahkûm etmek için Tahkikat Komisyonu kurdu.
27 Mayıs Anayasası (1961) silah zoruyla getirildi. Kurucu İrade (Millî Birlik Komitesi) bir Kurucu Meclis toplayarak kuvvetleri ayırdı, yargıya tam bağımsızlık verdi, Cumhurbaşkanlığı makamını siyasî partilerin üzerine yerleştirerek tarafsızlığını temin etti, kurumlara özerklik getirdi, çift meclisli yeni bir Konvansiyon oluşturdu. İfade ve örgütlenme hürriyetinde bir patlama yaşandı.
Bu Rönesans dönemi on yıl sürdü. İktidardaki Adalet Partisi kendisini Anayasa’yla kısıtlanmış hissetti; yargı bağımsızlığıyla, Üniversitelerin ve TRT gibi kurumların özerkliğiyle sorunlar yaşıyordu. Anayasa’nın getirdiği “kısıtlamalar” olmasa Demirel ülkeyi “nurlu ufuklara” uçuracaktı. Fakat uçuramadı.
1961 Anayasası silah zoruyla değiştirildi, üzerine şal örtüldü, kuşa çevrildi: 12 Mart. Fakat bu yeterli olmadı. Sendikalar güçleniyordu, işverenler gülemiyorlardı. Demirel-Özal ikilisi 24 Ocak kararlarını getirdi; ithal ikameci iktisat politikaları terk edilerek serbest piyasa ekonomisine geçilecek, dünya piyasalarıyla birleşilecek, kamusal olan her şey özelleştirilecekti. Fakat bu kolay değildi. Azman gibi sendikalar meydanlara yüz binleri topluyordu.
1981 Anayasası silah zoruyla getirildi. İşveren sendikaları başkanı, “Bugüne kadar işçi güldü biz ağladık, bundan sonra işçi ağlayacak biz güleceğiz,” dedi. Tam da öyle oldu. Aydınlanmacı entelijansiya yerini tarikat ve cemaat erbabına (o zaman “takunyalılar” deniyordu) bırakarak kamusal alanın dışına sürüldü. İktidarı ele geçiren generaller komünizme ve anarşiye karşı çareyi İslâm’da bulmuşlardı.
İslâm hızla siyasallaşarak iktidara geldi. Çeşitli kılıklara bürünerek yirmi yıl hüküm sürdü. Önce liberal demokrat, sonra Türk-İslam sentezcisi renklerle kostümünü süsleyerek, mevcut anayasanın her bir maddesini ihlal ederek ya da değiştirerek nihai hedefine doğru, bazen gerileyip bazen atılım yaparak ilerledi. 2023’e şurada neredeyse aylar kaldı.
Saray, FETÖ’yle birlikte Anayasa’yı değiştirdi. Hocaefendi, “imkân olsa da mezardakiler kalkıp ‘evet’ oyu verseler” diyordu. 2007’de Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi kabul edildi. Fakat bu yeterli olmadı. Saray, hareketlerini kısıtlayan anayasayı bu kez 2017’de daha derinden kazıyarak rejimi değiştirdi. Cumhurbaşkanı ve ona bağlı “ofisler” ülkeyi yönetmeye başladı. Aslında parlamento feshedilmiş, bakanlar Reis’in sekreterleri olarak tanımlanmıştı. Saraydaki danışmanlar bakanları her konuda yönlendiriyorlardı. Fakat bu tuhaf durum hemen fark edilmedi, zamanla anlaşılacaktı. Devlet artık bildiğimiz devlet olmaktan çıkmış, her türlü denetimden kurtulan tek bir kişinin eline geçmişti. Bundan böyle Devlet tasfiye aşamasında varlıklarını elden çıkaran bir anonim şirket gibi yönetilecekti.
Tepkiler olmadı mı? Elbette oldu. 2007 yılında Cumhuriyet mitingleri yapıldı, milyonlarca insan yürüdü. Fakat yürüyüşe önderlik edenler, tıpkı bugünün CHP yöneticileri gibi, hem çapsız hem de korkaktılar. Bir tür demokrasi budalalığına kapıldıkları için ülkenin diktatörlüğe doğru gittiğini görmek istemediler. Üstelik kafaları karışıktı. Geçmişle hesaplaşma, “askerî vesayet,” hatta laiklik karşıtı faaliyetler gibi konularda zaman zaman AKP’ye yanaşıyorlardı. Netice almaları imkânsızdı. Kitleler, eğer kendilerine bir hedef gösterilerek örgütlenmeye zorlanmazlarsa, toplandıkları gibi dağılırlar.
23 Nisan 2013 günü Ankara’da Millî Merkez Kurultayı toplandı. Yenimahalle’deki Nazım Hikmet Kültür Merkezi’ne sığmayan insanlar sokaklara taştılar. İllerde şubeler açıldı. Halk demokratik, laik ve millî bir anayasa için mücadeleye hazırdı. Panellerde coşkulu nutuklar atıldı, gösteriler, yürüyüşler başladı.
Fakat tam o sırada hareket esrarengiz biçimde bölündü ve içinden bir Millî Anayasa Hareketi çıktı. Çok daha militan, çok daha keskin görünen bu hareket de 27 Mart 2016 günü Ankara’da kendi kurultayını topladı. Kurultay’dan 11 Maddelik bir sonuç bildirgesi çıktı. Bildirge’nin 6. Maddesinde laiklik ilkesinin “millî devletin, bireysel ve sosyal özgürlüklerin koruyucu zırhı” olduğu belirtiliyor, 11. Maddesinde halk “gayrı millî anayasacılık saldırısı”na karşı örgütlenmeye ve mücadeleye davet ediliyor, “iradeyi yükseltmeye” çağrılıyordu. Fakat irade yükselemedi.
Bendeniz biraz saf, hatta -üzerinize afiyet- sazan yaradılışlı olduğum için yönetim kurulunda yer aldığım bu Millî Anayasa Hareketi’nin işlevini ve niyetlerini o sırada anlayamadım. “Algı ve idrak gecikmesi” siyasî toplumumuzda çok yaygın bir hastalıktır.
Neyse uzatmayalım… Netice olarak Millî Anayasa Hareketi, Millî Merkez’i böldü, dağıttı, ilk ve son kurultayını yaparak tarihe karıştı. Bir daha kimse böyle şeylerden söz etmedi. Saray’ın anayasası referandumdan geçerek kabul edildi. “Millî anayasacılar” bu olayın üzerine bir bardak soğuk su içtiler, yarın güneş yeniden doğacak, dünya dönmeye devam edecek gibi sözler söyleyip devlet adamı pozunda sırıtarak hiçbir şey olmamış gibi davrandılar. Bir süre sonra Saray’ı antiemperyalist ve vatansever ilan ederek ziftlenmek üzere geminin sintinesinde mevzileneceklerdi.
Şimdi geldik son perdenin son sahnesine…
Yazının başında da belirttiğim gibi, anayasalar siyasî iktidarlar tarafından daima kısıtlayıcı bulunmuştur. Cumhur ittifakı bu kez “sıfırdan” yeni bir anayasa yapmak için harekete geçti. Modern faşizm teorileri bir yana, sevgili atı Incitatus’u senatör yapan kaçık Roma İmparatoru Caligula (MS 37-41) bile olsanız, size verilen aşırı yetkileri az bulur, daha çoğunu elde etmek için yasalarla oynarsınız. Mutlak iktidar tutkunlarının tabiatı böyledir.
Cumhur İttifakı’nın yeni bir anayasa yapıp halka kabul ettirmesi Türkiye’nin anayasal rejimden tamamen uzaklaşması anlamına gelecektir. Bunu zor kullanarak deneyeceği anlaşılıyor. Başarabilecek mi? Sanmıyorum (gerçi daha önce de pek çok kez “sanmıyor”dum!). Bu kez “sıfırdan” yepyeni bir anayasa, yukarıda tarihimizden verdiğim örneklerin de gösterdiği gibi, ancak silah zoruyla yapılabilir. Anayasasız bir Türkiye tarikat ve cemaatlerin biriktirdikleri pompalı tüfeklerden daha etkin silahları, devletin baskı aygıtları üzerinde daha bütünlüklü/ideolojik bir hâkimiyeti gerektirecektir. İyice yaklaştık ama henüz orada değiliz.
Şimdi burada durup normal parlamentolar “sıfırdan” anayasa yapamazlar, anayasaları ancak Kurucu Meclis yapar gibi şeyler söyleyecek değilim. Bunları herkes biliyor. Ayrıca giderek mafyalaşan bir siyasî sistemde sözün ve yazının faydası yoktur. Amerikalı filozof/gangster Al Capone’un (1920-1933) dediği gibi, “Sadece güzel bir sözle alabileceğinizden çok daha fazlasını, güzel bir söz ve bir tabancayla alabilirsiniz.” Bence Saray henüz bu aşamaya gelmedi.
Bence herkes anayasa hazırlamalıdır. MHP 100 maddelik anayasasıyla bu konuda öncülük yaptı. Aynı şekilde bütün siyasî partiler, meslek örgütleri, sendikalar, esnaf dernekleri, öğrenci dernekleri, öğretim üyeleri, hâlâ kaldıysa sahici anayasa profesörleri, hukukçular ve barolar, devlet memurları, emekli ve muvazzaf amiraller, generaller, astsubaylar, belediye meclisleri anayasa taslakları hazırlamalı ve bunları -elbette gündüz saatlerinde!- sosyal medyada paylaşmalı, parklarda ve bahçelerde yüksek sesle okumalıdır. Ancak böyle bir demokratik ortamdan bir Kurucu İrade çıkabilir. Veryansın, 07. 05. 2021