Yavuz Alogan
Şu yaşadığımız dönemin olaylarını yüz yıl sonra anlatacak filmleri izlemek, romanları ve tarih kitaplarını okumak isterdim.
İspanyol yönetmen Luis Bunuel (1900-1983) “Son Nefesim” adlı veda kitabında buna benzer bir özlemi dile getirir. Öldükten sonra yılda bir kez mezarından sessizce çıkıp en yakın bayiye giderek bütün gazeteleri aldığını, mezarının üzerine oturup hepsini okuduktan sonra tekrar istirahate çekildiğini hayal eder.
Filmler ve kitaplar yüz yıl sonra bugünün olaylarını nasıl anlatacak?
Mesela İzmir’in Buca ilçesine bırakılan Afganların kapıları çalarak kalacak yer sormaları ya da İstanbul’un Eyüp semtinde gecenin bir vakti minibüsten bırakılan Afganları halkın sokaklarda kovalaması, garibanlardan birini yakalayıp polis karakoluna teslim etmesi… Diyanet’in Zonguldak gibi bir işçi kentindeki cami inşaatının tepesine Hilafet bayrağı çekmesi… Sosyal medyada hem denizde yüzen hem de karada yürüyen hayvanatın mekruh, onları yemenin ise haram olup olmadığı tartışması… Millî Eğitim Bakanlığı bürokrasisinin bir cemaatten diğerine geçişi… Anayasasında hâlâ “laiklik” yazan ülkede Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyan parti başkanının kadın sünnetini savunan İslamcı vakfa vergi muafiyeti tanıması… Laikliğin yılmaz savunucusu olarak görüp her zaman takdir ettiğim, kitaplarını övdüğüm bir yazarın, Taliban’a atfen, “Bağımsız ülkede kadın hakları mücadelesi daha iyi verilir” şeklinde saçmalaması…
Bu konularda yüz yıl sonra ne yazacaklarını bilemeyiz.
Belki diyecekler ki 21. yüzyılın şafağında Anadolu’da kanlı boğuşmaların ardından dar-ül harp, dar-ül İslâm’a dönüşmüş, Türk milletinin İslâm ümmeti içinde erimesiyle bütün saraylara ve camilere Hilafet bayrağı çekilmişti.
Ya da mesela diyecekler ki değişim geçirmekle övünen, geçmişinden utanan, bir Dersimli’yi partinin başına geçirerek kendi tarihiyle barışan CHP başta olmak üzere bütün muhalefet partilerinin, emperyalizmin zulada tutup sinsice hazırladığı pis bıyıklı bir ajanı cumhurbaşkanı seçmesiyle birlikte Türkiye “ılımlı İslam” kuşağı içinde yerini sabitlemişti, her bir partinin etnik ve mezhebî renklere büründüğü siyasî toplum hızla Lübnanlaşmış, ülke giderek Sevr haritasını taklit eden bir bölünmeye uğramıştı.
Ya da belki diyecekler ki aydınlanmış kentli halk kitlesi Jakoben bir irade göstererek 1908, 1923, 1960 gibi bir devrimle kurucu bir yurttaşlar meclisi seçip, ardında sağlam bir muhafızın durduğu yeni anayasanın içine değil de kapağına, granit harflerle şu cümleyi yazmıştı: “Tam bağımsız, laik ve demokratik bir sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nde etnik ve dinî amaçlı siyasî faaliyete kesinlikle izin verilmez.”
Ne diyeceklerini bilemeyiz.
Fakat geleceğin tarihçilerinin şu son yirmi yıla akıl sır erdiremeyecekleri kesindir. Nasıl oldu da mevcut Anayasa’ya ve kanunlara rağmen Cumhuriyet’in temel ilkeleri böylesine pervasızca çiğnendi? Nasıl oldu da solcu gibi duran liberaller AKP’den batı tipi demokrasi beklediler ve yurtsever gibi duran fırsatçılar siyasî menfaatlerini mürtecinin nihai hedefleriyle tevhit ederek Saray’a kapılandılar? Cumhuriyet’in bütün kurumları teker teker yok edilirken insanlar neden seslerini çıkarmadılar?
Geleceğin tarihçisi bu soruların yanıtını ararken çok zorlanacak.
Büyük bir baskının, yıldırma ve şiddetin olmadığı koşullarda sendikaların nasıl olup da anket şirketlerine, üniversitelerin medreseye dönüştüğünü, Cumhuriyet’in muhafızı olan ordunun tek partinin emir komutası altına nasıl girdiğini, geleceği görmekten başka kusuru olmayan 80’ini aşmış generaller tutuklanırken siyasî toplumun neden sessiz kaldığını, bütün kamu kurumlarının tarikatların ve cemaatlerin hâkimiyeti altında nasıl ezildiğini anlayamayacaklar.
“İnsanlar konformist idiler, yani itaatkâr ve uyumluydular, küçük hayatlarının basit kazanımlarına dokunulmadığı, dar çevrede kendilerini ifade edebildikleri sürece seslerini çıkarmadılar; karşıdevrim son darbeyi indirmeden önce onları yavaşça kuşattı, alıştıra alıştıra dönüştürdü” diyecek belki de geleceğin tarihçilerinden biri.
Daha sert ve gerçekçi bir tarihçi, belki de, “Afganistan’ın bütün afyon tarlaları bir halkı bu kadar uyuşturamazdı; küçük çıkarlarının peşinde koşan, rahatına düşkün, ufuksuz insanlar nihayet layık oldukları rejimi bulmuşlardı,” diyecek…
Bir başkası şöyle diyecek: “Saray yargıyı ele geçirmişti. Çıplak gözle bile görülen yolsuzlukları soruşturacak tek bir savcı yoktu. Yüksek bürokrasi siyasî iktidara yağ çektikçe terfi imkânlarına kavuşuyor, rütbe alıyor, zenginleştikçe tatlı bir sarhoşluk içinde merkeze daha sıkı bağlanıyor; bu tuhaf durumun parti tabanındaki cahil ve yoksul kitleyi ilâhi adalet arayışıyla cihatçı terör örgütlerine yaklaştırdığını fark edemiyordu.”
Karamsarlığın dibine vurmadan iyimser olamayacağız. “Bundan daha kötüsü olamaz” diyeceğimiz bir çukurun içinden yukarıya doğru bakmakta olduğumuzu ancak zamanla anlayacağız.
Hegel, dünya ruhunun (weltgeist) insanları ve şeyleri sürekli olarak “İdeal Devlet”e doğru yönelttiğine inanıyordu. Yanılmış olamaz. İdeal devleti aramaya devam edeceğiz.
Şu güneşli Pazar gününde herkese yakın geleceği, ülkenin gidiş istikametini görme kabiliyeti dilerim. Veryansın, 29. 08. 2021