DÜNYAYI YENİDEN PAYLAŞIRLARKEN

Yavuz Alogan

         Sermaye ihracı emperyalizmin ayırt edici özelliklerinden biridir. Bunun önşartı sermaye birikiminin tekelci aşamaya ulaşması ve banka sermayesinin sanayi sermayesiyle birleşmesidir.

         Fakat belirleyici olan sermaye ihracıdır. Sermayenizle birlikte tüketim kültürünüzü, modanızı, teknolojinizi de ihraç edersiniz. Sermayenizi öteki emperyalist ülkelerin rekabetinden korumak için tepeden tırnağa silahlanmanız, dünya silah piyasasında söz sahibi olmanız, nükleer silah kapasitenizi geliştirmeniz de gerekir.

         Hiçbir ülke bir diğerine, “sana altyapı inşa edeyim, fabrika kurayım da zavallı ülken kalkınsın, halkın refah içinde olsun” diye sermaye ihraç etmez. Sermaye ihracı emperyalist ülkelerin küresel hâkimiyet mücadelesinde en önemli silahlardan biridir. Hem ileri kapitalizmin tabiatından gelen bir mecburiyettir, hem de paylaşım sürecinde önemli bir araçtır.

         Emperyalist ülkelerin bir kısmı dünya kapitalist sisteminin merkezini oluşturur. Günümüzde bu merkez G-7 ülkeleridir (ABD, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Kanada). Burası kaotik bir alandır. Sayısı 200-300 civarında çokuluslu şirket dünyanın çeşitli yerlerine kafasına göre yatırım yapmakta, birbiriyle evlenip boşanmakta, dünya piyasasına yön vermektedir.

Ancak bu kaotik durum, sistemin mantıksız olduğu anlamına gelmez.  Üretimin insan ihtiyaçlarından koparak kendi başına bir amaç hâline gelmesi, güçlünün zayıfı yutmasıyla sistemin giderek merkezileşip dünyanın her köşesine yayılması, şirket davranışlarını devletlerin çizdiği jeostratejik çerçevenin belirlemesi kapitalist dünya sisteminin mantığını oluşturur. Engellendiği noktada bu mantık savaşa yol açar. Savaş emperyalist bloklar arasında (I. ve II. Dünya Savaşları) olabileceği gibi, emperyalist güçlerin hep birlikte Irak gibi ulus-devletlere, Afganistan gibi milletleşmemiş kabile ülkelerine çullanmasıyla da gerçekleşebilir.

         Sermaye ihraç eden, Kuşak-Yol projeleriyle pazar payını genişletmeye çalışan Çin, düpedüz kapitalist bir ülke olarak, işte bu merkeze kendisini kabul ettirmeye çalışıyor ve kıyamet bu noktada kopuyor.

Kabul etmiyorlar. Daha doğrusu şart koşuyorlar. Diyorlar ki  sen önce kamu iktisadî teşekküllerini, devlete ait şirketlerini  ve bankalarını özelleştir, piyasa üzerindeki devlet denetimini kaldır, böylece eşit koşullarda rekabet edelim.  Ancak Çin, koşulların eşitlenmesi hâlinde Rusya’daki Yeltsin dönemini andıran   bir çöküşle sarsılacağını, ulusal birliğini muhafaza edemeyeceğini bildiği için, karma ekonomisinin içinde özel sektörün payını evreler hâlinde ve denetim altında artırmakla birlikte, Glasnostsuz (şeffaflaşma, açıklık) Perestroykasını (yeniden yapılanma) Komünist Partisi’nin diktatörlüğü altında sürdürmekte haklı olarak ısrar ediyor.

         Çin’in 1978’den itibaren “Dört Modernleşme” programıyla kapitalizme nasıl geçtiğini, çalışanların özlük haklarını güvence altına alan “Demir Pirinç Kâsesi”ni kırarak, tarım kolektiflerini (komünler)  yok edip endüstri merkezlerine ve serbest bölgelere sürdüğü emekçileri yabancı şirketlere anormal şekilde sömürterek 1978’den sonra birkaç yıl % 9,5 büyümeyi nasıl yakaladığını burada uzun uzun anlatacak değilim.

         Fakat, yazıyı sabır gösterip buraya kadar okuyabilenlere bir kitap tavsiye edebilirim: Ezra Vogel, Deng Xiaoping ve Çin’in Dönüşümü, Modus Kitap 2017. Biraz hacimli (878 sayfa) olmakla birlikte kolay okunabilen bir kitap. Çin’in kapitalist büyüme yolundaki başarılarını, dünya emperyalist kapitalist sisteminin merkezine yaklaşma çabalarını belgeler, olaylar, veriler ve anekdotlarla çok iyi anlatıyor. Çevirideki terminoloji bizim kuşağa biraz yabancı gelebileceği için kitabı aslından okumakta fayda var.

         Neyse, konuyu dağıtmayalım…

         Kısaca belirtmek gerekirse, Çin dünya savaşı çıkarmak, kendi sistemini devrimci yöntemlerle dünyanın başka ülkelerine ihraç etmek istemiyor. Zaten ihraç edebileceği bir sistemi de yok. Devlet ağırlıklı bir karma ekonominin, Konfüçyüs – Mao Zedung – Deng Şiaoping vs düşüncesinin nesini ihraç edeceksiniz?  Tek istediği, küresel kapitalist merkezde yer almak, küresel paylaşımda kendisine düşen payı artırmaktan ibaret.

         Çin’in sermayesiyle birlikte ihraç edebileceği türden evrensel özellikler taşıyan siyasî ya da sanatsal bir kültürü, modası, özgün teknolojisi de yok. Aşısından, ıvır zıvır mallarından başka bir şey görmedik. Girdiği ülkelerde kurumlara nüfuz eden güçlü propaganda grupları yaratma, ajan unsurları etkin biçimde kullanma imkânları da sınırlı. Afrika Boynuzu’ndaki Cibuti ve Pakistan’daki  Gwadar limanlarında askerî yığınak girişimlerine rağmen, Kuşak-Yol güzergâhı boyunca askerî üsler kurması da pek mümkün değil.  Üstelik Rusya gibi onun da siyasî İslam’la başı dertte. Uygur Türklerini Kültür Devrimi yöntemleriyle, yani kamplarda toplayıp ideolojik telkine tabi tutarak siyasî İslam’dan arındırma girişimleri, “insan hakları”nı yurttaş hakları olmaktan çıkararak etnik ve dinî özgürlükler olarak yeniden tanımlayan Batı emperyalizmine çok güçlü bir propaganda silahı sağladı.

         Nükleer silahlanma yarışının dizginlerinden boşalması emperyalist güçler arasındaki rekabetin topyekûn savaşa dönüşmesini şimdilik önlüyor. Fakat vekâlet savaşında Rusya’nın ve Çin’in Batı emperyalizminin sahip olduğu imkânların çok gerisinde kaldığı görülüyor. Bu sinsi savaşta Batı emperyalizminin en önemli silahı 1980’lerden bu yana siyasî İslam ideolojisi ve birbirine düşman İslamcı terör gruplarıdır.

         Şeriatçı Taliban Devleti bu çerçevede anlam kazanıyor.

Başta İdlib olmak üzere Ortadoğu’nun farklı bölgelerinden (mesela bizim güneydoğumuzdan) başlayıp, Pakistan sınırındaki Peşaver’den geçen; Tacikistan’ın kuzeyini, Özbekistan’ın doğusunu, Kırgızistan’ın güneyini kapsayan Fergana Vadisi’nden Orta Asya’ya yayılan ve nihayet Afganistan’daki Taliban   narko-terör devletine ulaşan geniş bir vekâlet savaşı kuşağı Çin’i, Rusya’yı ve İran’ı yakın gelecekte kesinlikle tehdit edecektir.

         ABD, Almanya ve İngiltere’nin yakın dönemdeki söylemlerine baktığımız zaman, Türkiye’deki Saray Devleti’nin bu terör kuşağının baraj kapağı, irtibat noktası, geçiş güzergâhı, hatta antreposu gibi görev yapacağını anlıyoruz. Bu görev yerine getirildiği ve başka talepler karşılandığı sürece Batı’nın, yedeğini hazır tutmakla birlikte, Saray Rejimi’ni destekleyeceği anlaşılmaktadır.  Veryansın, 27. 08. 2021

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *