İDRAK SORUNLARI

Yavuz Alogan

        Bir şeyi idrak ettiğiniz zaman onu algılamış, anlamış, kafanıza yerleştirmiş olursunuz. İçselleştirmeye karşılık geliyor.

Ulaştığınız, eriştiğiniz şeyi de idrak etmiş olursunuz. “Adam sekseninci yaşını da idrak etti” gibi… İdrak etmiş olana “müdrik” deniyor.  “Adam atıyor tutuyor ama bir yandan da ihanetini müdrik görünüyor,” diyebilirsiniz mesela.

        Namık Kemal, “Hürriyet Kasidesi”nde şöyle der:

        “Ne mümkün zulm ile bi-dâd ile imhâ-yı hürriyet / Çalış, idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten.”

        Yani diyor ki zulmederek, adaletsizlikle özgürlüğü yok edemezsin. Ne kadar uğraşırsan uğraş, anlama yeteneğinden insanlığı yoksun bırakamazsın.

        İkinci mısrada şairin insanlığa olan güvenini görüyoruz. İdraki insanlığın ayrılmaz bir parçası olarak görüyor. Her ne yapılırsa yapılsın insanın gerçeği göreceğini, onu idrak edeceğini söylüyor.

        Günümüzde bu güvenin biraz sarsıldığını anlıyoruz.

        Siyaset esnafı, hitap ettiği kitlenin tutarsızlıkları fark etmediğini, yalanı gerçekten ayıramadığını, yani idrakin ademiyeti terk ettiğini düşünüyor.  Ne yazık ki haksız değil.  Medyatik uyaranlar çoğalıp teknolojik iletişim yaygınlaştıkça bellek süresi kısalıyor ve insanları emin oldukları konularda bile kararsızlığa sürükleyen teknik ve taktikler başarılı oluyor. Özellikle seçim dönemlerinde siyaset esnafı, “idrâki âdemiyetten kaldırmaya muktedir” olabiliyor.

        Mesela geçenlerde Sayın Reis, “İmar affı affedilmez bir suçtur,” dedi. Muhalif medya coştu. Sayın Reis’in imar affı müjdesi verdiği eski görüntüleri hızla yayıldı. “Yoksa bunadı mı?” gibi yakışıksız yorumlar yapıldı.

        Ben aynı fikirde değilim. Sayın Reis kendi tecrübesinden hareketle halkın bellek süresinin kısa olduğunu, yanılmaz lider kisvesine bürünüp üst perdeden konuştuğunda kendi tutarsızlıklarını  örtbas edebildiğini, en bariz hakikatin idrakinde bile kararsızlık yaratabildiğini görmüş, defalarca tecrübe etmiş birisi. Şu kritik seçim öncesinde “serbest atış” vitesine geçirmiş arabasını, gazlayıp gidiyor.

        Mesela bir başka parti başkanı, “yüzbinlerce insan akın akın partimize üye olmaya geliyor,” “halkımız kafileler hâlinde imza vermeye koşuyor” dedikten sonra, yüz bin imza toplayamadığını, yirmi yedi binde kaldığını görüyor fakat ortaya çıkan hakikati müdrik olamıyor. Mesela başta Saray olmak üzere dikkatini çekmeye çalıştığı herhangi bir yerli ya da yabancı gücün, bu kadar acıklı biçimde tabansızlığını açığa vuran bir hareketi dış ve iç politikada bir oyuncu olarak kabul edemeyeceğini idrak edemiyor. Bir şey olmamış gibi yoluna devam ediyor. Daha iki ay önce iktidar ortağı olacağını söyleyen adam, şimdi  ekranlara çıkıp “istedim de vermediler” diye yakınıyor. Burada bir idrak eksikliği göze çarpıyor.

        Genel olarak insanlar okumuyorlar, okuduklarını anlamıyorlar, anladıklarını bellekte tutamıyorlar. Öğrendiklerini kullanabilecekleri, içinde tartışma olan, gelişmeye açık bir hayat alanı da yok zaten.

Namık Kemal, “Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar,” demiştir. Yani diyor ki fikirler çarpışınca hakikatin şimşeği çakar, ortalık aydınlanır. Günümüzde fikirler hayallerle karıştığı, önyargılar yenişemeden birbiriyle güreştiği için hakikat şimşeği çakamıyor maalesef, sadece uyuz bir yağmurun eşlik ettiği sis tabakası kalınlaşıyor.  Tevfik Fikret’in Sis şiirinde dediği gibi: “Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı muannid  (inatçı bir sis kaplamış yine ufuklarını)  / Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid (gittikçe koyulaşan bir beyaz karanlık).

Bazı yazıları, özellikle dış politikayla ilgili olanları yazarken aşırı derecede özendiğimi ve lüzumundan fazla çalıştığımı fark ettim. Nitekim rahmetli annem, sık sık, “Evladım, bir türlü istikametini bulamadın çocuğum, bu kadar okuma gözlerine yazık,” derdi.

Yazılar eleştiriliyor doğal olarak. Eleştiri en dayanıklı olduğum alandır. Ayrıca eleştirilmek insanın dikkate alındığını gösterir. Fakat insan yazarken gösterdiği özeni, eleştirenden de bekliyor.

Geçenlerde aşırı özensiz, muhtemelen ısmarlanmış bir eleştiri okudum. Yazının temel argümanlarına değinmeden, “öyle mi olurmuş / ya nasıl olacaktı yani” mealinde eleştiriyor, kafayı yemiş Ortodoks Rus faşisti Dugin’i savunuyor vs. Üstelik   o yazımda, eleştiri yapanın “tekke”sine yönelik tek bir sataşma yok. Konu sadece Rusya’nın dış siyaset belgesiyle sınırlı. Rusya hakkında yazdığım onlarca yazıdan biri. Adam utanmasa ya da beni bilmese, Amerikan ajanı olduğumu iddia edecek.

Yine de eyvallah.  Bu da bir eleştiridir. Fakat yazının sonunda “Alogan böyle devam ederse daha sert eleştiriyi hak eder,” gibisine bir tehdit var. Adam sadece eleştirmiyor, parmak sallayıp bir de tehdit ediyor. Ardından daha da tehditkâr bir trol saldırısı…

Şimdi burada, sevgili kardeşimiz Sedat Peker’in diliyle, “Lan kimsin lan sen, sert olsan kaç yazar mülayim olsan ne lazım gelir  suya sabuna dokunmayan parti profesörü, sen daha eleştiri görmedin!” gibi bir dil kullanmak elbette bize yakışmaz. Çirkin olur.

Ayrıca gerçekten de sizi eleştiren kim, kardeşim? Kimse sizi eleştirmiyor artık.  O eskidendi… Geçerken değiniyoruz, sataşıyoruz sadece. Olacak o kadar. Herkesin eğlenmeye hakkı var. Siz gidin “büyük entelektüel” dediğiniz Metin Külünk’le, Mehmet Metiner’le tartışın (her ikisini de bu bağlamda tenzih ederim, en azından kendi davalarına bağlı kalmış adamlar!) ya da gidin döne döne âşık olacağı lider arayan Ethem Sancak’la ya da ipliği işporta pazarına çıkmış Süleyman Soylu’yla tartışın. Belki Saray’a arka kapıdan girmenize, en azından avluda çadır kurmanıza vesile olurlar.

Lan insan biraz utanır!…

Bakın, dilim yine Peker’i taklit etme yönünde sapma yapıyor. Sanırım ben bu mafya reisinin özgürlüğüne, dizginsiz ve terbiyesiz konuşma imkânına ve rahatlığına, özgün üslubuna imreniyorum. O özgürlük bende olsa neler neler söyler, aynı dili nasıl geliştirirdim kim bilir?

Neyse, konuyu dağıtmayalım…

Gerçekten de insan yaptıklarına nadim (pişman) olup biraz utanır. Herkes gördü sizin son elli senedir nerelerden gelip nerelere gittiğinizi, neler söyleyip neler yaptığınızı, politikalarınızın teorinizi nasıl yediğini; kendi tabanınızı, incir çekirdeğine sığacak kadar küçülmüş itibarınızla birlikte nasıl imha ettiğinizi ve birlikte iktidar olmayı hayal ettiğiniz Saray’ın sizi kullanmaya bile değer bulmayıp kibrit kutusu içinde nasıl kapının önüne bıraktığını… Herkes gördü bunları.

 Kuran’da mutlaka bir “hicap” (utanma) suresi vardır. Araştırmanız lazım. Tv 100’e çıkıp kelime-i şahadet getirmenin yanı sıra, şu mübarek Ramazan gününde bu türden surelerle ve nihayet Umre farizasını müteakiben Allah’a sığınma vaktidir sizin için. Fazla geç olmadan…

“Sosyal şizofreni” kavramına benzer bir “politik şizofreni” kavramı geliştirmek gerekse, Türkiye’den daha geniş bir gözlem alanı bulunamazdı. Bu şizofreni türünde partililer kendilerini dünyanın merkezine yerleştirirler, ülke hatta dünya çapında önemli bir siyasî rol oynadıklarını, hatta siyasî iktidarı yönlendirdiklerini zannederler. Bazı ağır vakalarda, iktidara ortak olduklarını, hatta iktidarda olduklarını bile düşünebilirler. Ortak korkularla yol alırlar, düşmanlarını abartarak ve sürekli yeni düşmanlar yaratarak gittikçe daralan, küçülen saflarını pekiştirirler.  Herkes yolunu şaşırmıştır.  Çıkış yolunu sadece onlar bilmektedir. Herkes bu yolu onlardan öğrenmeye, aynı onlar gibi savunmaya mecburdur.  Öğrenmek ve savunmak istemeyen kesinlikle dış güçlerin hizmetindedir; dünyanın yarısı simsiyah, öteki yarısı bembeyazdır.

Neyse, uzatmayalım… Aslında bu türden partilerin bir de “siyasî çocuk istismarı” sorunu var ki burada anlatması uzun sürer.  Onu da ileride fırsat düşerse yakın tarihe gönderme yaparak anlatırız.

Ağaçların çiçek açtığı Nisan ayının şu güzel pazar gününde herkese idrak kabiliyeti temenni ediyorum. Sakın ola ki idrakin kaldırılmasına izin vermeyin ademiyetten, kendi kafanızla düşünmeye cesaret edin.  Veryansın, 16. 04. 2023

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *