23 NİSAN’DA YENİDEN ARASIZ DEVRİMLER

Yavuz Alogan

        İttihatçı Hüseyin Cahit Yalçın (1875-1957)   II. Meşrutiyet’in (1908) ilanından sonra, Osmanlı’dan bir ulus-devlet çıkarmanın neredeyse imkânsız olduğunu fark eder. Devlet-i Aliyye’nin bundan böyle anayasal olarak eşit kabul edilen etnik ve dinî unsurları uzun süre bir arada tutamayacağını anlamıştır.

          “Gelişen olaylar bizi Türk olduğumuzu unutmuş görünmeye götürdü,” der. “Abdülhamit zamanında, arada sırada Türk sözünü ağza alma olanağı vardı,” diye yakınır. O zamana kadar kültürel olarak “Arap egemenliği altında kalmanın verdiği bir başkaldırı duygusuyla Türklüğü ve Türkçeyi savunmaktan” geri durmadığını belirtir.   

Fakat artık Türklüğü savunmak zorlaşmıştır. İttihatçı Hüseyin Cahit, “Biz Türk sözünü ortaya atarsak, hepsi ulusçuluk iddiasına kalkacaklardı,” demektedir. (Siyasal Anılar, İş Bankası Kültür Yayınları, 1976, s. 39).

        O sırada Osmanlı İmparatorluğu’nda Türk, Arap, Arnavut, Kürt, Çerkes, Rum, Ermeni, Bulgar ve Yahudi “ırkları ve kavimleri”nin olduğunu, Meşrutiyet’in gelişiyle birlikte bütün bu unsurların “haklar bakımından eşit birer yurttaş durumuna” geldiklerini (eşit yurttaşlık) belirttikten sonra, şöyle der: “Ama birbirlerinin dilinden anlamaz, birbirlerine gelenek, din, ahlâk ve âdetler bakımından yabancı, üstelik düşman bu bireyler; hangi ilke, hangi yurt çevresinde birleşecekler ve kardeş olacaklardı?” (agy, s. 41)

        Bu soru, uzun iç ve dış savaşlardan sonra, 1924 Anayasası’nın 88. Maddesi’nde cevabını bulur: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle ‘Türk’ ıtlak olunur.” 

Cumhuriyet’in ilanıyla (1923) birlikte üniter ulus-devlet kurulmuş ve bütün etnik, dinî ve mezhebî farklılıklar “yurttaş” kimliğinde birleştirilmiştir.  Devlet yurttaşın ve yurttaşlar birbirinin etnik mensubiyeti ve dini inançlarıyla ilgilenmezler.

Mustafa Kemal, Onuncu Yıl Nutku’nda, “Büyük Türk milletinin bir ferdi” olarak halka “Yurttaşlarım!” diye hitap eder.

Saray Rejimi kuruluncaya kadar ana muhalefet partisi başkanının çıkıp “Ben Aleviyim” demesi, bir diğerinin çıkıp “Sen Alevi isen ben de Sünni’yim” diye karşılık vermesi ya da bir Cumhurbaşkanı’nın 36 etnik grubun haklarından söz etmesi, milletin fertlerini “anasır-ı İslâm” (İslâm unsurları) olarak tanımlaması hayal bile edilemezdi.

İlkesiz politikacı televizyona çıkmış kelime-i şahadet getirerek “Ben Türk ve Müslüman’ım” diyor.  Peki biz neyiz? Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşı değilsek, neyiz?  Etnik ve dinî aidiyetimizi ilan etmeye mecbur muyuz? Türk ve Müslüman değil de, Arap ve Alevi ya da Kürt ve Sünni ya da Ermeni ve Hıristiyan olsak ne fark edecek? Din ve etnisite üzerinden kimlik siyaseti yapmak aymazlık, utanmazlık ve Cumhuriyet’e ihanet değilse nedir?

Neyse, konuyu dağıtmayalım…

II. Meşrutiyet’in ilk Meclis-i Mebusan’ında milletvekili olan İttihatçı Hüseyin Cahit, “anasır-ı İslâm” düşüncesini, İslâm’ın birleştirici olduğu varsayılan niteliğini sorgular. “Ne vicdanî inançlarım, ne duygularım beni Müslümanlık ülküsüne götürüyordu,” der.  “Aslında Müslüman adı altında birleşecek unsurların milliyetçilik ve ayrılık istekleri gütmeyeceklerine nasıl güvenilebilirdi?”  (age, s. 41).

Bu soruyu Hüseyin Cahit 150 yıl önce soruyor. Cevabını bugün alıyoruz. Etnik milliyetçilerin ve ayrılık isteyenlerin “Müslümanlık ülküsü”nde birleşemediklerini, İslâm’ın siyasî kimlik olarak birleştirici, “güvenilebilir” olmadığını anlıyoruz.   Osmanlı’nın beceremediğini, bugün onu taklit edenlerin üniter ulus-devleti dağıtmadan becermelerinin imkânsız olduğunu görüyoruz. Ve İttihatçı Hüseyin Cahit gibi davranıyoruz: “Çeşitli unsurların ulusal amaçlar ardında koşmalarından ülke için doğabilecek tehlikeleri duyarak, elimden geldiği ve aklımın erdiği kadar buna engel olmaya çalışıyordum” (agy).

  Erzurum Kongresi’nden (1919)  itibaren Mustafa Kemal’in yol arkadaşı, eski İttihatçı, mutasarrıf Mazhar Müfit (Kansu) 23 Nisan 1920 günü, muhtemelen yüksek bir yere çıkarak, Hacı Bayram Camii’nde kılınan öğle namazını müteakip iki manga askerin arasında yürüyüş alayı tertip ederek, yeşil çuha örtülü bir rahle üzerinde Kuran’ı Kerim taşıyan Sinop Mebusu Hoca Abdürrahman Efendi’nin arkasında Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne doğru ağır adımlarla yürüyen mebusları incelemektedir.  Mustafa Kemal, yürüyüş kolunu “istikbal” etmek, yani karşılamak üzere, Karaoğlan Çarşısı’nın önünde, ahalinin arasında beklemektedir.

Meclis’in “küşâdına,” yani açılışına, 338 milletvekilinin ancak 115’i yetişebilmiştir. Diğerlerinin intikali daha sonra, iç isyanlar nedeniyle büyük zorluklarla gerçekleşecektir. Mazhar Müfit heyecanla başlıkları sayar: kalpaklı 50 mebus, fesli 41 mebus ve sarıklı 21 mebus.  Fesli kuvvacıları da sayarsak çoğunluktayız diye sevinmiş olmalı. (Mazhar Müfit  Kansu, Atatürk’le Beraber, TTK 2009, s. 570.)

Mazhar Müfit 14 Mayıs seçimlerinde oluşacak Meclis’in açılışını izleme imkânına sahip olsaydı ne düşünürdü acaba?  Bir an için onu Meclis’in giriş kapısında, başında kalpağı, tel çerçeveli gözlüğü ve asabi bıyıklarıyla dikilip, çiçeği burnunda milletvekillerini gözlerini kısarak süzdüğünü hayal edelim.

1937’de Anayasa’ya giren laiklik ilkesi ayaklar altında çiğnenmiştir. Siyaset esnafı “laiklik” sözcüğünü telaffuz etmekten çekinmekte, utanmaktadır. 1924’te çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu sessizce kaldırılmış, medreseler, tekke ve zaviyeler yeniden açılmıştır. Devlet’i ve siyasî toplumu esir alan şeriat odağı zengin tarikat ve cemaatler ahaliyi her bakımdan istismar etmekte, hilafet talepleri yükselmektedir.

Milletvekilleri arasında Mustafa Kemal’i anlayarak anan, Atatürk İlke ve İnkılapları’nı, Devrim Kanunları’nı savunan tek bir kişi yoktur. Zenginler meclisi, dinci ve dünyevi ayrılıkçılardan, farklı derecelerde şeriatçılardan, şeriatçılarla ve ayrılıkçılarla helalleşen liberallerden; ben Aleviyim, Sünniyim, Kürdüm, Boşnağım diyerek kendini tanıtan, “haram lokma,” “kul hakkı” gibi dinî göndermelerle konuşan partililerden ve ecnebi devletlerin muhiplerinden oluşmaktadır.

Siyasete bavulla para dağıtarak ya da otel lobilerinde bavulla para alarak değil, silaha el basıp yemin ederek giren, Şark İstiklâl Mahkemesi Reisliği yapmış Mazhar Müfit, bu elim ve vahim durum karşısında ne düşünürdü?   Bu ülkenin aklı başında, tarih bilinci olan bütün yurttaşlarının düşündüğünü düşünürdü: yeniden devrim!

Unutturulan devrimleri canlandırarak, arasız yeni devrimlerle laik ve demokratik sosyal hukuk devletini yeni bir kurucu irade ve Kurucu Meclis marifetiyle yeniden kurma ideali etrafında halkı birleştirmek… Geçmişin İttihatçıları ve Kemalîleri bugünkü Meclis’i görselerdi böyle düşünürlerdi.

Bizim şaşkın Avrupalı’dan, açgözlü Amerikan Conisi’nden öğrenecek bir şeyimiz yoktur. Biz iki yüz yıllık bir tarih içinde kendimizi tanımış ve tartmış, sorunlarımızı konuşup tartışmış ve kararlarımızı alarak kendi kimliğimizi ispat etmiş bir milletiz ve emperyalizmin her türlü gafil işbirlikçiye baskı yaparak ve menfaat temin ederek açtırdığı şu yirmi yıllık parantezi nasıl kapatacağımızı biliriz. Böyle düşünürlerdi…

Şu güneşli pazar gününde herkesin Şeker Bayramı’nı ve 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı içtenlikle kutluyorum.  Veryansın, 23. 04. 20023

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *