İKİ TÜRKİYE

Yavuz Alogan

        Hayatımda bir kez futbol maçına gittim. Çekoslovakya-Türkiye millî maçıydı. Galiba 1967 yılıydı.  Gol olmamış, maç 0-0 berabere bitmişti. Topla oynanan oyunlara hep yabancı kaldım. Bu durum ailenin topa olan kayıtsızlığıyla ya da 8 yaşımda başlayan bisiklet tutkusuyla ilgili olabilir.

        Fakat Brüksel’de oynanan kızlar voleybol final maçını seyrederken yabancısı olduğum bir hâlet-i rûhiyeye kapıldım. Kızlar sayı verdiklerinde fena hâlde üzülüyor, aldıklarında aşırı derecede seviniyordum. Voleybolun kurallarını falan bilmiyorum bu arada, öylece bakıyorum.

        Maçın sonucu bende resmen politik zafer duygusu uyandırdı. İran’daki son halk ayaklanması sırasında saçları özgür, cesur genç kızların sokakta yürüyen mollaların sarığını bir tokat darbesiyle yere çakmalarını izlerken de aynı duyguyu yaşadığımı hatırladım.

 Voleybolcu kızların sadece bacaklarını ve özgürce uçuşan saçlarını gören yobazların sosyal medya zevzekliklerini elbette gördüm.  Cinsel ilişki çağrışımı yaptığı için kalemtıraş kullanımının küçük çocuklara zinhar yasaklanmasını bile alenen savunabilen bu hödüklerin voleybolcu kızlara sataşmaları beni hiç şaşırtmadı. Milletin ferdi gibi bakmakla, ümmetin mensubu olarak görmek arasındaki farkı anlayalı çok zaman oldu.

Kadının avuç içinden ve yüzünden başka her yerinin “avret” olduğunu, asla görülmemesi ve gösterilmemesi gerektiğini savunabilen bir insanın voleybolcu kızların zaferinden  “millî coşku” duyabilmesi, sporcuları alkışlaması, “Türkiye şampiyon oldu,” diye sevinmesi mümkün mü?

Maçı seyrederken, yıllar önce, o zamanlar İstanbul Belediye Başkanı olan Sayın Reis’le yapılan bir röportajı hatırladım. Muhabir soruyordu: “Kızınız balerin olsaydı ne yapardınız?”  Sayın Reis cevap veriyordu: “Kızlarımın hamdolsun o tür idealleri, düşünceleri söz konusu değildir… Çünkü bir balerinin neler yaptığı, neler ortaya koyduğu ve nereye hitap ettiği ortada.”

O zaman şimdiki gibi değildim. Çok şaşırmıştım. İstanbul gibi kozmopolit bir metropolün, aynı zamanda bir kültür başkentinin belediye başkanı nasıl böyle konuşabilirdi?

Farzedelim ki Çaykovskiy’nin Kuğu Gölü balesini izlemeye gittiler. Oturdukları yerden sahneye bakıyorlar ve balerinin göğüs dekoltesinden, bacaklarından ve çıplak kollarından başka bir şey göremiyorlar. Zihin librettoyla meşgul değil, kulak notaları takip etmiyor, göz dansı görmüyor.

Peki ne oluyor? Başı kapalı karısını ya da kızını “o vaziyette” hayal edip hicap mı duyuyor? Yoksa huylanıyor mu, “cünup” olmaktan mı korkuyor, abdestini tazeleme külfetine maruz kaldığı için sinirleniyor mu? Bunu anlamak çok zor. Muhtemelen nörolojik yapısı farklı geliştiği için duygu-durum bozukluğu olan çok değişik bir insan türü söz konusu.

Böyle şeyler beni artık şaşırtmıyor.  Buz gibi gerçekçi bir serinlikle, Mustafa Kemal’in gözleriyle bakıyorum ve herkese öyle bakmasını öneriyorum. Zira artık iki ayrı Türkiye olduğunu, ikisinin   çok derin ve kapatılması artık imkânsız bir kültürel yarıkla, derin bir uçurumla birbirinden ayrıldığını kesinlikle biliyorum.

Öteki tarafta farklı bir insan türü, değişik bir sosyal hayat var. Cüppeli Ahmet Hoca mesela… Sosyal ve asosyal olan bütün medya manşetten verdi: “Cüppeli Ahmet” olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü, İsmailağa Cemaatinden ayrılarak Kadiri  tarikatının şeyhi oldu!  Adam  Cumhuriyet Türkiyesi’nde resmen cülus töreniyle Şeyh oluyor!

Ne bu şimdi?

Hani Türkiye şeyhler, dervişler, mensuplar ülkesi olmayacaktı.  Cumhuriyet Devrimi’nin muhafızları nerede, Cumhuriyet Savcıları falan…

Bu adamı bütün televizyonlara, en ciddî haber programlarına çıkardılar.  Tarihçiler, tanınmış sunucu ve yapımcılar adamı (ilkokul 2. sınıftan terk) karşılarına oturtup dinlediler, dinlettiler. O da uzun uzun melaikeleri, cinleri, öteki âlemleri, kabir azaplarını anlattı. Günah ve sevaba dair fetvalar verdi.

Cüppeli, medyanın parlayan yıldızı oldu. Bir erkek bir diğer erkeğe selamlaşmak için elini uzatırsa, uzatılan eli sıkmanın zinhar günah olduğunu, zira tokalaşmanın karşılıklı cinsel ilgiye, seksüel bir elektriklenmeye yol açabileceğini bile söyledi. Bu adamların masum yurttaşları sömürerek servet sahibi olmasına, gündem yaratmasına, ortamı zehirlemesine nasıl izin verildi?

Bizim en büyük sorunumuz “alışmak,” önümüze konulan en abuk şeyi bile bir süre sonra “normal” kabul etmek ya da ilginç bulmak, yere tebeşirle çizilen dairenin içinden çıkamamaktır.

Bir ara Vatansever Doktor Doğu Perinçek’i övdü, onunla “aynı gemide” olduğunu söyledi.  O sırada bu “gemi” meselesi çok önemliydi. Hepimiz “gemi”yle uğraşıyorduk. AKP’yle aynı gemide miyiz, gemi nereye gidiyor, Reis antiemperyalist mi gibi salak mevzuların içine düşmüştük.  Vatansever Doktor,   Cüppeli’yi hemen gemiye aldı, onu “vatansever” ilan etti,  övgülerinin “kendilerine olan güveni artırdığını” söyledi. Bütün bunlar bana çok tuhaf geldi.

Müzik eğitimim ve yeteneğim olsaydı siyasî toplumu dev bir tımarhane olarak tasvir eden bir opera besteler, son perdeye bütün seslerin opera binasını sarsacak şiddette yükseldiği muazzam bir “kreşendo” koyardım.

Neyse uzatmayalım…

Uzatmayalım ama olanlara ve bundan sonra olacaklara da şaşırmayalım. Şaşırmış gibi yapmayalım, anlamazlıktan gelmeyelim.

Sayın Reis’in Sivas Madımak katliamcısını affederken cezaevindeki 80’ini geçmiş generalleri neden ölüme terk ettiğini, demokrasi, hakkaniyet, eşitlik, merhamet gibi terimlerle eleştirmeyelim mesela. Saçma oluyor… “Cumhurbaşkanımız neden böyle yapıyor?” gibi masum sorular beni hem güldürüyor hem de asabımı bozuyor. Sayın Cumhurbaşkanımızın neden böyle yaptığını anlamaya çalışalım. En önemlisi, anladığımız şeyi söylemekten korkmayalım.

İntikam elbette soğuk yenen bir yemektir fakat her Nemesis’in kesinlikle bir Hubris’i vardır. Yani aşırı kibir ve hırsa kapılan kişi zıvanadan çıkıp iyice arsızlaşarak kendi yok oluşunu hazırlar. Hayatın önemli bir kuralıdır.

Şu serin pazar gününde her türlü demokrasi budalalığından uzaklaşarak, çelişkisi uzlaşmaz iki Türkiye’nin varlığını, tarihin uğultusuna kulak vererek, sabit ve soğukkanlı bir sağlamlıkla idrak edelim. Veryansın, 10.09.2023