PKK VE SON BAKIŞTA YILMAZ GÜNEY

Yavuz Alogan

        Yakın geçmişte birkaç kez linç edildim. Mayıs 1996 ölüm orucu sırasında Türkiye’de bu kadar sert bir direnişi gerektirecek koşulların olmadığını, örgüt propagandası yapmak için insanlara “açlıktan ölün” diye emir vermenin alçaklık olduğunu yazdım. Tehditler, saldırılar ve boşa çıkan bir girişim oldu.

        İkincisi, “Andımız”ın okullardan kaldırılması üzerine yazdığım birkaç yazıyla geldi. “Türk şovenisti, ırkçı” gibi ithamlar oldu.

        Üçüncüsü,  Balkan Savaşı Gazisi, Mustafa Kemal’in fedaisi Topal Osman’ı övdüğüm bir cümleyle oldu. O sırada HDP’den milletvekili olmaya çalışan bir Türkücü beni “Türk faşisti, Kürt düşmanı, ırkçı” olmakla suçladı. Ağır bir cevap yazdım, ardından saldırılar, PUK imzalı tehdit mesajları geldi. “Çözüm süreci” zamanıydı.

        Fakat bir sosyal medya paylaşımı yüzünden Yılmaz Güney’le birlikte şahsımın da “bölücülük”le, hatta “PKK seviciliği”yle suçlanacağı aklıma gelmezdi.

        Çakalların saldırısı sırasında önemli olan sizin görüşlerinizi bilen, sizi yakından tanıyan kişilerin çakallarla birlikte uluyup ulumadıklarıdır. Beni tanıyanlar, bir kişi hariç fire vermediler. Onu da asker selâmıyla ebediyen hayatımdan uğurladım. Yazılarımı okuyanlar,  başta Veryansın çevresi olmak üzere beni yakından tanıyanlar, Yılmaz Güney’e tepki duysalar da bağırlarına taş basıp sustular ya da dolaylı göndermelerle beni eleştirdiler.

        Şu kısa Yılmaz Güney muhabbeti sırasında, politik önyargıların kültür alanını istilâ ettiğini, geçmiş ile bugün arasında muazzam bir kültürel kopma olduğunu, yeni okur yazar kuşağının geçmişte yazılı ve görsel sanat dallarını etkileyen ve dönemsel olarak belirleyen bütün değerlere yabancılaştığını, sadece Yılmaz Güney’i değil Nazım Hikmet’i ve bütün bir sanatçılar kuşağını da en kaba, yüzeysel ve vicdansız yorumlarla linç etmeye hazır olduğunu anladım.  Yılmaz Güney ismi meğer bir tabu olmuş, adını anan çarpılıyor, öven ise linç ediliyormuş!

        Şimdi konuya girelim…

        Yılmaz Güney’in 1984’te Paris Kürt Enstitüsü’nde yaptığı konuşmanın videosu çok paylaşıldı. Hayatının son günlerini yaşayan Yılmaz Güney, hamâsi konuşmasında, “Yaşasın bağımsız, birleşik,  demokratik Kürdistan,” diyor.

        1974-1980 döneminde sosyalist solun neredeyse tamamı Türkiye’de yaşayan Kürtlerin, talep ettikleri taktirde ayrılma, diğer bölge devletlerindeki Kürtlerle birlikte bağımsız, birleşik  ve sosyalist bir Kürt devleti kurma hakkına sahip olduklarını savunmuş, tartışmış, ya da en azından buna itiraz etmemiştir.  Bu görüş, sorgulanmaz kabul edilen, Lenin’in “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” ve Stalin’in “Proletarya Devrimi Çağında Millî Mesele” adlı kitaplarından yapılan alıntılarla desteklenmiştir.  

1974-1980 döneminde, 1963-1972 döneminin aksine sosyalist hareketler Cumhuriyet Devrimi’nin ilkelerinden uzaklaşmışlar, özgün teori geliştirme kabiliyetini kaybetmişler, başka devrimlerin çözüm ve çözümlemelerini, hatta “sosyalist” ülkelerin dış politikalarını bile Marksizmin esasları gibi anlamışlar, söz gelimi Çarlık Rusyası’nda devrimcilerin en önemli ve karmaşık sorunlarından biri olan “milliyetler meselesi”ni öykünme yoluyla Türkiye’de yaşayan Kürt yurttaşların koşullarına uyarlamışlardır.

Tarihî hakikat budur.

Bugünün kavramlarıyla elli sene öncesini yargılayamazsınız.

        Aslında “Kürt Sorunu”  Türkiye İşçi Partisi (TİP) içindeki “doğulular” grubunun, partinin 4. Büyük Kongresi’ne (29-31 Ekim 1970) damgasını vurmasına kadar, doğu bölgelerinin az gelişmişliği ve geri kalmışlığı bağlamında tartışılmıştır. O tarihte Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO)  kurulmuş (1969), kitlesel Doğu mitingleri ise 1967’de başlamıştı. Bu mitinglere TİP’liler ve sosyalistler katılmışlardır.

        Bu hareketlerin tamamı Amerikan emperyalizmine karşıydı ve bir tür sosyalist dünya görüşüne bağlıydı. Dönemin tamamında  (1968-1980) ister  bağımsız Kürdistan, ister bağımsız sosyalist Türkiye istesin, devrimci bir genç, günün birinde  PKK gibi bir örgütün kurulacağını, YPG adı altına Amerikan askerleriyle ülkemizin güney sınırlarında askerî tatbikat yapacağını düşünemezdi. Rüyasında görse hayra yormazdı. Kürt solu 1980’lerin başına kadar Türk sosyalist hareketlerinin uzantısı ya da izdüşümü olmuştur.

        Kendisi de Kürt kökenli olan Yılmaz Güney’in siyasî düşünce dünyası işte bu ortamda şekillenmiştir.

Yılmaz Güney 1971’de Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) militanlarını (Mahir Çayan ve arkadaşları) sakladığı gerekçesiyle girdiği cezaevinde sosyalistleri ilk kez yakından tanıdı. Aynı grubun daha sonra kurduğu Halkın Yolu hareketinin sempatizanı oldu. Bu hareket, Mao’nun “Üç Dünya Teorisi”nin sol yorumunu yaparak Doğu Perinçek’in Türkiye İşçi Köylü Partisi’nden (TİKP) farklı olduğunu göstermeye çalışan militan bir gençlik hareketiydi. Bu grubun liderleri 1978’de  TİKP’e katıldılar. Yılmaz Güney’in sol örgütlerle ilişkisi kesildi.    

Yılmaz Güney’in sosyalizm konusundaki görüşleri, Kürtçülüğü kadar yüzeysel ve tutarsızdı. 1972’den beri kendi öykülerini ve fikirlerini tanıttığı Güney adında bir dergi çıkarıyordu. 

Yılmaz Güney yaşasaydı, günümüzde PKK’nin  Ahmet Kaya’ya yaptığı gibi ismini kullanmasına, söz gelimi 1983 yapımı Duvar filmine  üzerinde PKK vs yazan eklentilerin konulmasına izin vermezdi.

 Yılmaz Güney’in PKK’lilerle ya da Apocular’la  cezaevi koşullarında ya da yurt dışında tanışmış ve ilişki kurmuş olması mümkün ve muhtemel değildir. 1983 yılında PKK’nin yurt dışında teşkilatı yoktu. PKK ismi, değil Avrupa’da Türkiye’de bile duyulmamıştı. PKK kendi adıyla ilk kez Şemdinli ve Eruh baskınlarıyla (15 Ağustos 1984) ortaya çıktı. Yılmaz Güney kısa süre sonra öldü (9 Eylül 1984).

Yılmaz Güney öldüğünde 47 yaşındaydı. Yaşasaydı, Tuncel Kurtiz, Levent Kırca ve Tarık Akan’la aynı çizgiye gelirdi. Hayatı boyunca hiç kimseye boyun eğmemiş bir adamın Apo gibi birinin emrine girmesi, onun militanı olması düşünülemez. Bu da benim şahsi kanaatim olsun…

Şimdi PKK’ye gelelim…

Televizyonda yüz gösterdiği için her şeyi bildiği varsayılan Saray’ın  Nedimi, çok paylaşılan mesajında, “Yanlış, PKK 1973 yılında ‘Apocular’  diye örgütlendi,” diyor. 1973’te silahlı Apocular değil, hiç kimse örgütlenemezdi. Dağınık küçük gruplarda büyük bir moral bozukluğu ve şaşkınlık vardı.  Sosyalist gençlik hareketlerinin bütün liderleri öldürülmüştü. 1971’de ilan edilen Sıkıyönetim devam ediyordu (Eylül 1973’te kaldırıldı). 1974’te Ecevit-Erbakan hükümeti kuruldu, aynı yıl içinde siyasî mahkûmların çoğu afla salıverildi. 1974’te Ankara Yüksek Öğrenim Derneği (ADYÖD) kuruldu, kapatıldı, 1975’te yeniden açıldı.  Öncesinde Hacettepe Üniversitesi’ndeki Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) sempatizanı ya da üyesi öğrenciler kısa süreli AYÖD’ü (Ankara Yüksek Öğrenim Derneği) kurmuşlardı.

PKK’nin her yere bulaşan arsız yüzsüz işgali nedeniyle, Vikipedi dâhil hangi medya kaynağına bakarsanız bakın, bütün sosyalist öğrencilerin toplandığı ADYÖD’ü Abdullah Öcalan, Duran Kalkan ve  diğerlerinin kurduğu yazılı. Yalan! Burada isim  vermek istemem. Meraklısı Yalçın Küçük’ün Türkiye Üzerine Tezler kitabının (Tekin Yayınları 1986)  üçüncü cildine bakabilir (s. 493-95). ADYÖD’e kısa süre içinde, daha sonra  Dev-Yol olarak anılan grup hâkim oldu. Bu gruba yanaşan Öcalan, yanlış hatırlamıyorsam 11’ler denilen yönetimde birkaç ay yer aldı.  1974-1980 döneminde bu şahsın sosyalist öğrenci hareketleri üzerinde düşünce ve eylem düzeyinde hiçbir   etkisi (hiçbir etkisi!) olmamıştır.

ADYÖD’de tanıdığım, ütülü mavi gömleğiyle biraz aykırı duran,  toplantılarda arka sıralarda oturup pek konuşmayan, gösterilere ve olaylara katılan fakat uzaktan seyreden, biraz utangaç ve mahcup, Aydınlıkçıların illegal “Şafak” dergisini dağıtırken yakalandığı için Aydınlıkçı sanılan, daha sonra Dev-Yol ve  Kurtuluş gruplarına  meyleden Abdullah Öcalan’ı, son kez Siyasal’ın kantininde,  1979 belki  1980’de gördüm. Herkesi şaşırtan bir değişim geçirmişti. Başında papak, etrafında adamlarıyla, herkese tepeden bakan bir kabile şefini andırıyordu. “Apocular” kurulmuş, güneydoğuda, Siverek taraflarında özellikle KUK denilen silahlı bölücü örgütle çatışmaya, diğer sosyalist Kürt gruplardan sosyalistleri öldürmeye, aşiret kavgalarını kışkırtmaya, Aydınlıkçılara saldırmaya başlamıştı.

Bu türden hareketler biraz palazlanınca kendilerine fiyakalı bir resmî tarih uydururlar ve efsane yaratmaya çalışırlar. PKK’nin 1978’de Lice’nin Fis köyünde romantik pastoral bir ortamda, 21 kişi tarafından bir ağacın altında kurulduğu iddiası tam bir palavradır.

PKK, 12 Eylül döneminde, bilinmeyen koşullarda kurulmuş ve PKK (Kürdistan İşçi Partisi) adıyla ilk kez 1984’te ortaya çıkmıştır.

Uğur Mumcu, Öcalan’ın âni değişimindeki tuhaflığı gördü ve izini sürdü. Cumhuriyet’te, 15 Ekim 1992’de  “Kim Bu Pilot?” başlıklı bir yazıyla PKK’yi MİT’in yönettiğini öne sürdü.  Mumcu, Öcalan’ın MİT tarafından görevlendirildiğine ilişkin bir bilgi notu arıyordu. Konuya ilişkin dosyasını vermek üzere askerî hâkim Baki Tuğ’la görüşmeye gitmeden birkaç gün önce öldürüldü. Hem  Devlet’ten hem de PKK’den tehdit alıyordu.   Öcalan, Mehmet Ali Birand’a verdiği mülâkatta PKK’nin kuruluş ve gelişme aşamasında MİT’le iç içe olduğunu açıklamıştır. Meraklısı için: M. Ali Birand, APO ve PKK, Milliyet Yayınları 1992.

Neyse uzatmayalım…

Benim de katıldığım hipotez (varsayım) şudur: CIA’nın pasifikasyon taktiklerinden birini, “böcek yiyen böcekler” ya da Süleyman Demirel’e atfedilen bir sözle “iti ite kırdırma” yöntemini uygulayan Devlet, 12 Eylül darbesine giden çatışmalı dönemde, Doğu bölgelerimizde faaliyet gösteren sosyalist örgütleri ve Kürt hareketlerini yıldırmak ve bölgeden uzaklaştırmak amacıyla PKK’yi yönlendirmiş fakat kontrolünü kaybettiği örgütü Suriye istihbarat örgütü Muhaberat’a kaptırmıştır.

PKK’nin kökenine ilişkin  bu hipotez   ne zaman doğrulanır?

Ancak MİT’in arşivleri açıldığında, Uğur Mumcu’nun aradığı belgeler ortaya çıktığında doğrulanır. 

O zaman 1969-1971, 1974-1980 arasında 18-20 yaşındaki devrimci ve ülkücü öğrencilerin hafif silahlarla, dinamitlerle donatılmasına Devlet’in hangi amaçla nasıl göz yumduğu; 1 Mayıs 1977 katliamının, Çorum, Maraş, Sivas katliamlarının, 90’lardaki faili meçhullerin ve Kemalist aydın-gazeteci-bilim adamı cinayetlerinin örgütleyicileri; ve nihayet PKK’nin gerçek kökeni, iç ve dış bağlantıları açığa çıkar. O zamana kadar PKK’nin kuruluşu ve ilk dönemine ilişkin yapılan bütün yorumlar tahminlere, kişisel gözlem ve tanıklığa bağlı kalacaktır.

PKK, ilk döneminde görevini yapmış, güneydoğudaki sosyalist Kürt hareketleriyle birlikte kendi içindeki sosyalist unsurları da tasfiye etmiştir (bunların isimleri tek tek biliniyor). Öcalan’ın  CIA marifetiyle Türkiye’ye teslim edilmesinden sonra, Türkiye’deki sivil/siyasî parti ve uzantılarıyla birlikte PKK, ABD-AB istihbaratının denetimine girmiştir. Günümüzde de ABD’nin bölgedeki askerî kuvvetlerinin bir uzantısı olarak bir kriz anında Türkiye’nin güney doğusuna saldırmak üzere düzenli ordu nizamında eğitilmekte ve donatılmaktadır. 

PKK ve onun uzantısı olan siyasî partiler, sosyalist solun yeniden örgütlenmeye başladığı 1986’dan itibaren kurulan belli başlı sol  partilerin; Şubat 1988’de Ferit İlsever’in  başkanlığında kurulan Sosyalist Parti’nin (daha sonra İşçi Partisi, günümüzde Vatan Partisi),  1994’te Sadun Aren başkanlığında kurulan Birleşik Sosyalist Parti’nin  (BSP),  1996’da Ufuk Uras başkanlığında kurulan Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin (günümüzde Sol Parti) yönetim kurullarında farklı kılıklarda yer almış ve bu partileri ya sürekli olarak ya da dönemsel olarak derinden etkilemiş ve yönlendirmiştir.  Sonuncusunun genel başkanını ve ön plandaki kadrolarını kendi siyasî partisine katarak dönüşümlü olarak TBMM’ye taşımıştır.  Sadece sosyalist partilerin değil, sosyalist dergi çevrelerinin, sol eğilimli işçi sendikalarının, bazı memur sendikalarının ve meslek kuruluşlarının örgütlenmesinde, söyleminde ve çizgisinde de PKK ve onun uzantısı olan siyasî partiler etkili olmuştur.

Sosyalist solun geniş halk kitlelerinden, özellikle işçi sınıfından kopmasının temel sebebi PKK etkisidir.

1991’de  “reel sosyalist” devletlerin çökmesi ve dağılması, Çin’e “kapitalist yolcu” Deng Şiaoping kliğinin hâkim olması, ayrıca sosyal demokrasinin   neoliberal çizgide yeniden tertiplenmesi bu sürece katkıda bulunmuştur. Sosyalist solun hiçbir kesimi 1980 sonrası dönemde özgün bir ideolojik/politik çizgi geliştirememiş, süreçleri/sonuçları analiz edememiş, kendi içinden bir lider kadro  bile çıkaramamıştır. Boşluğu PKK ve onun uzantısı olan siyasî partiler doldurmuştur. Sosyalist solun halkçı, paylaşımcı nitelikleri, bütün kültürel değerleri PKK etkisiyle yozlaşmıştır. “Sosyalist”  olduğunu söyleyen kişi sıradan emekçi halk nezdinde bölücü / vatan haini damgasını yemiş ve bu vahim durumun kısmen de olsa farkına varmakta çok gecikmiştir. 

Hakikat budur!

Tekrar Yılmaz Güney’e dönecek olursak.

Her ne kelâm etse altına bir merkezin “Genel Sekreteri” olduğunu yazmak gibi tuhaf bir huydan mustarip arkadaş,  bilinmeyen bir şeymiş gibi şöyle yazdı: “Yılmaz Güney, Yumurtalık hâkimi Sefa Mutlu’yu 13 Eylül 1974 günü öldürmüştür.” O bir katildir!  

Peki nasıl öldürmüştür? İbrahim Çiftçi’nin Savcı Doğan Öz’ü öldürdüğü gibi mi öldürmüştür? Muammer Aksoy’un, Bahriye Üçok’un, Bedrettin Cömert’in, Ahmet Taner Kışlalı, Abdi İpekçi, Çetin Emeç ve daha pek çok bilim adamı ve gazetecinin öldürüldüğü gibi mi öldürmüştür? Yoksa İlyas Salman’ın Yılmaz Güney’le aynı kefeye koyduğu Haluk Kırcı’nın silahsız savunmasız, direnme kabiliyeti bile olmayan yedi TİP’li genci öldürdüğü gibi mi öldürmüştür (elbise askısıyla boğmaktan yorulmuştuk, Eskişehir yoluna götürüp kafalarına sıktık)?

Haluk Kırcı’nın daha sonra pişmanlığını bildiren, o dönemde gençlerin aldatılıp kullanıldığını anlatan kitaplar yazdığını elbette biliyorum. Yılmaz Güney’in yaşadığı ve yaşattığı talihsizliği anlatacak zamanı olmadı. Benzer bir olay o dönemde sokak arasında, bir kahvehanede, okul kantininde herkesin (herkesin!) başına gelebilirdi. Olayda sadece genç savcı  Sefa Mutlu değil, Yılmaz Güney de hayatını kaybetmiştir.

Bu tartışmada beni en çok yaralayan, içi boş Kurtlar Vadisi kültürüyle yetişen, saç tıraşı, kılık kıyafeti, oturup kalkışı ve racon kesişiyle Polat Alemdar’ı taklit eden, gizliden mafya hayranı bir kuşağın Yılmaz Güney’e “lümpen” demesi oldu. “Deklase / declasse” unsurlara, yani bir toplumsal sınıfın bilincini taşımayan,  asalak olarak yaşayan apolitik karaktere “lümpen” denir. Bu anlamda Yılmaz Güney, hayatının hiçbir döneminde lümpen olmamıştır.

Peki 14’lü Yılmaz Güney’in eline yakışır mıydı? Bence sinematografik estetik açısından çok yakışırdı. Clint Eastwood’un eline de aynı nedenle yakışır. Fakat mesela oyuncu olsaydım, benim gibi kısa boylu, gözlüklü, istese de sert bakamayan birine; yine büyük oyuncu fakat çopur ve bodur İlyas Salman’ın ya da Fernandel gülüşlü Kemal Sunal’ın eline yakışmazdı. Bu 14’lü meselesine sosyal medyada çok ahmakça yorumlar yapıldığı için burada değiniyorum.

SON BAKIŞTA Yılmaz Güney, Türk sinemasını dönüştürmekle kalmayan, aynı zamanda onu eğiten bir halk sanatçısıdır.  Pembe filmler yapan Yeşilçam’a bereketli, verimli bir toplumsal gerçekçilik aşılamıştır.  Genç kızların sevgilisi parlak jönleri alıp işçinin köylünün, sıradan garibanın davasını savunan sahici halk sanatçılarına dönüştürmüştür.

Tarık Akan’ın sözleriyle, Yılmaz Güney bir “sinema dehâsı”dır.  Yılmaz Güney’in Arabacı Cabbar karakterini Türk sinemasına kazandırması bile başlı başına bir devrim niteliğindedir.  Kıymeti zamanla, zamanı gelince daha iyi anlaşılacaktır. Yılmaz Güney’in kim olduğunu ve Türk sinemasına yaptığı katkıyı, isimsiz yüzsüz sosyal medya fenomenlerinin ya da “Altı kere İsrail’e gittim, MOSSAD’la da görüştüm” diye böbürlenen siyasî parti başkanlarının, Mehmet Eymür gibi çürümüş MİT ajanlarının “çarpıcı/küfürlü” video ve yazılarından değil, sinema adamlarından, edebiyatçılardan, biyografi yazarlarından öğrenmenizi tavsiye ederim.

Şu güneşli pazar gününde maruzatım bundan ibarettir.

Son bir not: sosyal medyada bana küfreden kişilerin paylaşımlarını, engellediklerim dâhil, kayıt altına alıp ayrı bir yerde topladım. Fakat fikrimi değiştirdim, kimseye  dava açmayacağım. Kendinizi açığa vurarak linç faaliyetine devam edebilirsiniz. Ben buradayım! İnsan her şeyden bir şey öğreniyor.  Veryansın, 24. 09. 2023