BÖYLE BİR ŞEYE MEŞRU DENEBİLİR Mİ?

Yavuz Alogan

        Rejimin meşru sayılması için başta anayasa olmak üzere mevcut yasalara uygun olması gerekir. Başka deyişle, rejimi temsil eden devlet yönetiminin her türlü icraat ve tasarrufunda yazılı hukukun sınırları içinde kalması beklenir.

        Fakat bu yetmez.

        Rejimin toplumun vicdanında,  eski tabirle maşeri şuur denilen toplumsal bilinç alanında da kendine yer bulmuş olması gerekir.  Yurttaşların yarısını “azgın azınlık,” öteki yarısını “makbul vatandaş” olarak gören siyasî iktidar, taraftarlarının ve beslemelerinin vicdanında yer edinmiş olsa da,  toplumun bireylerini “kaderde, tasada ve kıvançta ortak, bölünmez bir bütün hâlinde millî şuur ve ülküler etrafında” toplayamaz.

Anayasası olmayan bir rejimin ya da yirmi yıl yönettikten sonra “Ben sıfırdan anayasa yapacağım” diyen bir siyasî iktidarın meşruiyet sorunu vardır.  Bu durumda yurttaşların, anayasa yoksa sen neye dayanarak bizi yönetiyorsun, mevcut anayasa nasıl oldu da “sıfır”a indi diye sormaları meşrudur.

        Yasalara uymayan, riayet edeceği bir anayasası olmayan, icraatları toplumun tamamının vicdanında yer bulmayan bir rejim meşruluğunu kaybetmiş demektir. Rejim meşruluğunu kaybettiği vakit yurttaşların direnme hakkı doğar ve yeni bir Toplum Sözleşmesi yapmak gerekir.

        Yurttaşların yarıdan fazlasının hukukuna/yargısına itimat etmediği,  bütün devlet kurumlarıyla birlikte mevcut Anayasa’da yazan laikliği,  sosyalliği ve hukukiliği de ortadan kaldıran; bu ağır konular bir yana, bir söylediği diğerini tutmayan, ekonomiyi yönetemeyen, millî eğitimi imama teslim etmek için debelenen, ülkenin demografik yapısıyla oynanmasına para ve prestij mukabilinde izin veren; ve nihayet ideolojik hegemonya altında tuttuğu ve herkesin vergileriyle beslediği insanların oylarıyla sürekli seçim kazanan bir siyasî iktidarın varlık sebebi (raison d’être) kendinden menkuldür. Böyle bir şeye meşru denebilir mi?   

        Osmanlı’nın son döneminden (1870’ler) başlayarak Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar bu ülkede Namık Kemallerden, Mithat Paşalardan, Jön Türklerden, İttihat ve Terakki’den, Kuvâ-yi Milliye ve  Mustafa Kemal’den 1960’ların sonuna kadar gelmiş göçmüş bütün ilerici vatanseverler, aydınlanmacı devrimciler, meşruiyetin temelini iki kavramda aramışlardır: Meclis-i Mebûsan, yani Millet Meclisi ve Kânûn-ı Esâsi, yani anayasa.

        Bunlardan birincisini, yani Millet Meclisi’ni, işbirlikçilere, gerici ve bölücülere ya da aynı anda hem gerici hem bölücü olanlara kaptırdık.  Mart yerel seçimlerinden sonra anayasayı da kaptırabiliriz.

        Cumhuriyet’in getirdiği bütün kurumları imha edip yerine yenilerini koyamayan, Devlet’i hantal, battal ve işlevsiz hâle getiren,  yenilenme kabiliyetini kaybetmiş bir siyasî iktidarın, yirmi yıl süren iktidar yorgunluğunun ardından kafasına göre yapacağı “sıfırdan anayasa” marifetiyle nüfusun yarıdan fazlasını ezerek 2053 nihai hedefine yönelmesi mümkün mü?

        Kesinlikle değil… 

AKP en güçlü olduğu dönemlerde bile yapmaya çalıştığı işlerin sonunu getiremedi. Çözüm Süreci ayağına dolaştı, geri adım atmak zorunda kaldı. Türkiye’yi anayasaya da girecek şekilde, 36 etnik gruptan oluşan bir anasır-ı İslâm olarak tanımlama gayretini sürdüremedi.  Anayasanın ilk dört maddesini kaldıramadı, İstanbul’u Payitaht olarak Ankara’nın yerine geçiremedi, Derviş Vahdeti’nin anısına Taksim’e Topçu Kışlası’nı bile dikemedi. Çevre arazilerini sattığı Kanal İstanbul’a kazmayı vurup ilk köprüyü yaptı ama sonunu getiremedi. İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırdı ama  6284 sayılı yasaya dokunamadı. Ekonomiyi nass’la yönetebildi mi?   Orta Vadeli Program’ın 19. versiyonuna inanan oldu mu? Saray’ın balkonuna Atatürk posteri asmaktan vazgeçebildi mi?

Her şeyi yıktı, şimdi öylece durmuş vakit kazanmaya çalışıyor, Allah’tan yeni bir lütuf, dışarıdan sıcak para bekliyor.  İçeride çözülme olduğunu gösteren belirtiler de eksik değil. AKP-YK üyesi Sayın Metin Külünk’ün parti devletinin en işlevsel  ideolojik aygıtı olan Diyanet İşleri’nin başkanına doğrudan saldırması çok önemli mesela.  Merkezîn zayıfladığını, iç denetimin azaldığını gösterir. 

AKP yorgun, yükünü tutmuş gidici bir partinin bütün belirtilerini sergiliyor.  Fakat elbette tarikat ve cemaatlerden gelen ciddi bir baskı altında.  Yirmi yıl boyunca bilinçli olarak semirtilen bütün gerici unsurlar kendilerine muazzam bir ayrıcalık sağlayan kazanımlarını kaybetmekten korkuyorlar, karşıdevrimin artık tamamlanmasını,  bir an önce “sıfırdan anayasa”nın güvencesi altında  huzura kavuşmayı, özgürleşmeyi bekliyorlar. “Aile değerleri,” LGBT’den kaynaklanan millî tehdit (!), okullara ve her yere imam, Feshane’ye soruşturma gibi küçük şeylerle avutulmak istemiyorlar artık. Nihai çözüm, yasal güvence istiyorlar.  Fakat kamçıladıkları at yorgun, yönünü kaybetmiş, dış desteği şüpheli. El yordamıyla yürümeye, günü kurtarmaya çalışıyor.

Saray’ın Meclis’e taşıdığı Hüda-Par’ın başkanı bütün gericilerin sabırsızlığını, canhıraş telaşını, şu sözlerle dile getirdi: “Bu anayasadan kurtulmanın zamanı gelmiştir. Siyaset kurumunun ve siyasî partilerin bu millete olan bir borcudur, mutlaka bu borçlarını ödemelidirler. Bu parlamento yeni bir anayasa yapabilir ve bunu yapmalıdır.”

Elbette yapabilir. Ama ona anayasa denmez. Hakikati gören ve giderek daralan bir seçmen tabanına anayasa yapmış olurlar ve Saray rejiminin meşruiyeti biraz daha zayıflar. Öte yanda Saray yönetimi kusursuz bir polis devleti kurma kabiliyetine iktidarının hiçbir döneminde sahip olamadı. Bundan sonra hiç olamaz. Bu ülke, tarihi ve toplumuyla o köhne kafese sığmaz.  Veryansın, 08. 09. 2023