DEVLETİN TERBİYE EDİLMESİ

Yavuz Alogan

        Tarihsel olayda bardağı taşıran son damlayı olayın asıl sebebi olarak göstermek yanıltıcı olur.

1917 Rus Devrimi’nin sebebi işçilerin greve çıktığı Putilov fabrikasının yakınlarındaki bir fırının önünde uzayıp giden ekmek kuyruğunda bekleşen kadınların isyanı ya da  I. Dünya Savaşı’nın  asıl nedeni, Gavrilo Princip’in  Avusturya Arşidükü’nü Saraybosna’da vurması değildi.

Bunlar tetikleyici olaylardı. Her birinin ardında yıllarca olgunlaşmış koşullar, zamanla birikmiş patlayıcı çelişkiler, çatışmalar vardı.

Fransa’da başlayan 68 İsyanı’nın da asıl nedeni  Nanterre’deki üniversitede kız ve erkek öğrencilerin aynı yurtta kalma arzusu değildi.

Robert Castel, “Ücretli Çalışmanın Tarihçesi-Sosyal Sorunun Dönüşümü” adlı kitabında, 1968 Mayıs Olayları’nın ekonomik büyüme yıllarının sonunda yaşanan  toplumsal ve politik durumun yarattığı derin rahatsızlığın “çarpıcı ifadesi” olduğunu söyler ve şöyle der: “Bu olaylar, büyüme döneminin ortasında ve tüketim çağının doruğunda, toplumun önemli bir kesiminin -özellikle gençliğin- bireysel gelişim özlemlerini güvence ve konforla takas etmeyi reddetmesi olarak yorumlanabilir” (İletişim 2019, s.357).

Bireysel gelişim ve özgürlüğü güvenli, konforlu bir hayat karşılığında feda etmek istemediler. Geniş ve rahat bir kafeste yaşamaktansa, olanca cesaret ve yetenekleriyle imkânsızı denediler, dünyayı değiştirmeye çalıştılar.

İki dünya savaşı, bir askerî işgal ve partizan savaşları gördükten sonra, ellili yılların  sonuna doğru nihayet  refaha kavuşan, 1936-38 Halk Cephesi döneminin ya da Nazi işbirlikçisi Vichy rejiminin (1940-1944) hatıralarıyla avunan ana babalarının düşünce sisteminden kopmuşlardı. Sovyetler Birliği’ne ve Doğu Bloku ülkelerine sempati duymuyorlardı. Sovyet tankları 1956’da Macaristan’ı ezmiş, yerel konseyleri dağıtmış, öğrencilere ateş açmış; 1968’de aynı tanklar bu kez Çekoslovakya’yı işgal etmiş, üniversite öğrencisi Jan Palach  protesto eyleminde kendini yakmıştı. Hakkında hiçbir şey bilmedikleri Çin Komünizmi’nin “Yüz çiçek açsın, yüz fikir  yarışsın” sloganı kulağa hoş geliyordu.  Bütün bunlara 19. yüzyıldan kalma eğitim sisteminin katı kurallarını sürdüren baskıcı üniversite ortamını da eklemek gerekir.

Öğrenciler üniversite binalarını işgal ettiler, sokakta polisle çatıştılar, kaldırımları söktüler (altında kumsal vardı!), ortalığı ateşe verdiler. Nihayet sendikaların desteğini sağladılar. Fakat ne zaman ki siyasî grevler başladı, işçi hareketi sendikaların denetiminden kurtulup fabrika işgallerine dönüştü, işte o zaman işin rengi değişti. İşçiler hükümetin istifa etmesini, fabrikaların kendilerine devredilmesini talep ediyorlardı.  De Gaulle helikopterle Almanya’ya geçti ve Baden-Baden’deki NATO üssündeki Fransız birliklerini harekete geçirdi. O sırada CGT sendikasının önderliğinde yarım milyon gösterici “hükümet istifa” sloganıyla Paris’e yürüyordu.

Neyse, uzatmayalım…

Neticede devrim olmadı. Hareket ezildi. İşçiler yüzde 15 ücret zammıyla fabrikalarına, öğrenciler de evlerine döndüler.

Sarı Yelekliler’in, emekli isyanlarının, günümüzde ırkçılığa ve  sosyal ayrımcılığa karşı  ikinci banliyö isyanının, 68’le, hatta 1848’den bu yana Fransa’da yaşanan toplumsal olaylarla en ufak benzerliği yok.

Fransa planlı toplumsal kalkınma, sosyal refah devleti gibi idealleri terk edeli çok oldu. Teknoloji sanayinin, üretimin yapısını değiştirdi, Devlet toplum karşısında salt baskı gücü olarak konumlandı. François Mitterand dönemi (1981-95) neoliberalizme doğru giden süreci durdurmak için son  şanstı. Programını uygulayamadı. Ne  büyük sanayi kuruluşlarını kamulaştırabildi ne de sosyal güvenlik sistemini güçlendirebildi.

  Sosyalist Françoise Hollande’ın (g.2012-2017) emeklilik yaşını düşürme, zenginlerden daha çok vergi alma girişimleri de benzer bir akıbete uğradı ve nihayet  dönemin neoliberal ruhuyla dolu Emmanuel Macron  2017’de zuhur ederek Fransız Devleti’ni anonim şirkete dönüştürdü.

Bu gidiş gelişler sırasında Fransız halkının sosyal hakları budandı, sendikalar siyasî alandan çekilerek güçsüzleşti, toplum örgütsüzleşti ve parçalandı, George Marchais’nin  1981 başkanlık seçimlerinde yüzde 15 oyla elenmesiyle birlikte asırlık Komünist Partisi neredeyse çöktü, sosyalizm benzeri bir şeyi melezleşmiş fikirlerle savunmak 70’ini geçmiş Mélenchon’a kaldı ve Le Pen’in milliyetçi   ırkçı partisi bu ortamda gayet makul görünerek iktidarın eşiğine geldi.

Bu gidişatın yönü dikkate alınmadan banliyö isyanları anlaşılamaz.

Şimdi bilgiç bir edayla şöyle diyorlar: ama bunlar lümpen, ortalığı yakıp yıkıyorlar, arabaları binaları ateşe veriyor, mağazaları yağmalıyorlar, liderleri ve programları bile yok…  Nasıl olsun programları? Hiçbir kurtarıcı program nihai sonuca ulaşamamış. Politik aygıt kalmamış, insanları bilgilendiren, eğiten bütün sistemler dağılmış, ideolojik yapılar çözülmüş. Toplumun tamamı örgütsüzleşmiş, insanlar geleceğin daha iyi olacağına dair umutlarını kaybetmişler. Geçmişin örgütlü proletaryası, yoksullaşan ve hakları budanan meslek sahiplerinden, memurlardan ve esnaftan oluşan geniş bir güvencesizler, geleceği belirsizler kitlesinin, prekaryanın içinde güçsüz ve dağınık bir müfrezeye dönüşmüş.

Toplumun en alt, en ezilen kesimi haset, hınç, hatta intikam duygusuyla hareket ediyor.  Doğru! Sarı Yelekliler Macron’u giyotine çıkarmak istiyorlardı mesela, banliyö ahalisi de yakıp yıkarak varlığını hissettirmeye çalışıyor. “Biz de insanız, buradayız” ya da “Madem öyle, işte böyle,” diyorlar. Sokak eylemlerinde kazanılan tecrübeyi küçümsememek gerekir.

Son tahlilde istedikleri şey Sosyal Devlet’tir. Parasız eğitim, sağlık, güvenlik, eşitlik ve saygı istiyorlar.  Bunları sağlamayan Devlet’in kanunlarına niye itaat etsinler?

Tarihteki yerleri, farkında olmasalar da, 1789 Fransız Devrimi’ni eşitlik ve özgürlük hedeflerinin ötesine taşımak için 1793 Paris Ayaklanması’nı başlatan, Jirondenleri Ulusal Konvansiyon’un dışına atan “enragé”lerin (öfkeliler, kudurmuşlar) yanıdır. Sonunda mutlaka kendi içlerinden Jacques Roux,  Théophile Leclerc gibi liderler çıkaracaklar ve yaşlı kıtanın her yerinde örgütleneceklerdir.

Neoliberalizmin hâkimiyetiyle birlikte dünyanın bütün ülkelerinde yurttaşların kural olarak benimsedikleri, karşı çıksalar da varlığından şüphe etmedikleri bütün değerler; ayrı ayrı toplumsal sınıfları, meslek gruplarını, ulusal çapta bütün yurttaşları bir arada tutan normlar kaybolmaya yüz tuttu. En önemlisi, ilerleme duygusu, yarının bugünden daha iyi olabilme ihtimali ortadan kalktı. İnsanlar siyasilerin yükselttikleri umutların toplumun en zengin kesimlerinin maddi menfaatleriyle ilgili olduğunu anlamaya, her defasında kendilerine kopkoyu bir umutsuzluğun düştüğünü ve düşeceğini görmeye başladılar. Bu durum kapitalist dünyanın bütün ülkelerinde  aşağı yukarı aynı muhalif kitle profilini öne çıkardı. En altta olanların kaybedecekleri zincirleri bile yok.

Bugünün barbar isyanları daha bilinçli ve örgütlü hareketlerin habercisidir. Bu isyanlar Devlet’i terbiye edecek ve yönetimlerin geleceğin örgütlü hareketlerini ciddiye almalarını sağlayacak ya da bir dizi devrime yol açacaktır.

  Demokrasinin kolektif bir budalalık ya da yanılsama olmadığı geçmiş dönemlerde Devlet’in terbiyesi daha   yapısal/anayasal bir çerçevede düzgün işliyor; sendikalar grev, öğrenciler boykot yapıyor, icabında bütün örgütler birleşerek hükümeti protesto ediyorlardı. Bunların çok eğitici, terbiyevî hareketler olduğunu, hükümetleri korkutarak terbiye ettiğini bugünün dünyasında çok daha iyi anlıyoruz.  

Devlet’i yönetenlerin mutlaka bir şeyden korkmaları gerekir; kanundan kitaptan, özgür medyadan, denetlenmekten, halkın isyan etmesinden, askerlerin darbe yapmasından, rezil olmaktan, utanç verici  durumlara düşmekten, yüzlerine tükürülmesinden, hapsedilmekten, giyotinden, kurşuna dizilmekten … korkmaları gerekir.

Bu türden korkuları kaygıları olmayan her yönetim artık hiçbir şeyden korkmayan halk kitleleriyle günün birinde mutlaka karşı karşıya gelecektir.  Bu küçük küresel isyanlar bu büyük karşılaşmaların, nihai hesaplaşmanın ilk adımları, bugünün insanlık durumunu herkese gösteren aydınlatma fişekleridir. Veryansın, 07. 07. 2023