KURUCU İDEOLOJİNİN DÜŞÜŞÜ

Yavuz Alogan

        Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk ilkeleri ve Devrim Kanunları’ndan doğan kurucu ideolojisi, yaklaşık kırk yıl süren bilinçli bir yıpratma faaliyetinin son evresinde Devlet katından düştü.

        Parlamenter sistemin yerine başkanlık rejiminin getirilmesiyle, böylece egemenliğin halktan alınarak önce Allah’a, sonra seçilmiş Başkan’a devredilmesiyle, CUMHURİYETÇİLİK ilkesi kaldırıldı.

        Mevcut Anayasa’da Cumhuriyet’in niteliklerinden biri olarak yer alan Atatürk milliyetçiliği “millet”i esas alırken, Saray Rejimi “millet”i “ümmet” diye tanımlayarak, MİLLİYETÇİLİK ilkesini kaldırdı.

        Dinine, diline, etnik kökenine bakılmaksızın bütün yurttaşların  kanun önünde eşitliğini öngören HALKÇILIK ilkesi, halkın 36 etnik gruptan oluşan “anasır-ı İslâm” olarak tanımlanmasıyla kaldırıldı.

        Devlet işlerinin dinî inanç ve ritüellerden ayrı tutulmasını; camiye siyasetin, mektebe kışlaya ve diğer devlet kurumlarına ilahiyatın sokulmamasını öngören LAİKLİK ilkesi yok sayıldı.

        Toplumsal ve iktisadi kalkınmada belirleyici rolü  devlete veren DEVLETÇİLİK ilkesi, 24 Ocak Kararları’ndan (1980)  itibaren sistematik biçimde ihlal edildi, 2011’de Devlet Planlama Teşkilatı’nın kapatılması ve AKP döneminde kamusal olan her şeyin özelleştirilmesiyle tamamen kaldırıldı.

        DEVRİMCİLİK ilkesi, kurucu ideolojiye bağlı demokratik bir devrim niteliğindeki 1961 Anayasası’nın 1971-1973’te değiştirilmesi ve 12 Eylül 1980’de ilga edilmesiyle ve nihayet “darbe anayasası” olarak damgalanmasıyla, devletin ve toplumun gündeminden çıkarıldı.

        Saray Rejimi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı, Cumhuriyet’in  kaldırdığı Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nden (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı)  çok daha geniş yetkiler ve imkânlarla donatarak toplumun içine saldı.  Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu görmezden gelerek eğitim kurumlarının özelleştirilmesini, tekke ve medreselerin yeniden açılmasını, tarikat ve cemaat okullarının kurulmasını ve güçlendirilmesini, Diyanet’in din eğitimi veren kurumlar açmasını sağladı.  Ve nihayet Hilafet’in geri getirilmesini talep etmeyi suç olmaktan çıkardı.

Bu üç hamleyle Saray, 3 Mart 1924 tarihli Devrim Kanunları’nı yürürlükten kaldırıldı.

        Saray, kurucu ideolojiyi Devlet katından düşürürken, Atatürk ilke ve inkılâplarını toplum katında unuttururken ve Devrim Kanunları’nı teker teker yürürlükten kaldırırken zor kullanmadı, baskı ve şiddet yöntemlerine başvurmadı; mevcut yasaları kullanarak, toplumun en geri kesimlerini tarikat ve cemaatlerle kuşatarak, kendi tabanını genişleterek, kendisine muhalif kesimleri satın alarak, bölerek, marjinalleştirerek netice aldı.

Kalifiye işgücünü, nitelikli meslek sahiplerini göçe zorlarken,  dışarıdan gelen göçmenlerle ümmeti genişletti; zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yaparak geniş kesimleri kendine mecbur bırakan biat kültürünü yarattı. Ortadoğu’daki benzerleri gibi takıyye sanatını ustalıkla kullandı, her defasında  iki adım ileri gitmek için bir adım geri çekildi ve yüzde 95’ini ele geçirdiği medya aracılığıyla ortamı yönlendirdi.

Fakat niyetini asla saklamadı. Niyeti, “iki sarhoş”un kurduğu  devleti bütünüyle ele geçirerek dönüştürmek, tam bir ideolojik hegemonya kurmak ve  ülkeyi dinî esaslarla, hanedan benzeri bir yapıyla yönetmekti. Bu niyetin küreselleşmenin gereklerine, neoliberal iktisat politikalarına, en genelde çağın ruhuna ters düşmediğini anlamıştı.

Sayın Saray 28 Mayıs seçimlerinden sonra iki kez Anıtkabir’i ziyaret etti, çelenk bıraktı, defteri imzaladı. Seçim gecesi kutlamalarında Mustafa Kemal’in kalpaklı resmini Külliye’nin duvarına astı.

Genel olarak baktığımızda, Sayın Saray’ın ülkeyi düşmanlardan kurtarıp devlet kuran bir Osmanlı Paşası olarak gördüğü Mustafa Kemal’i bundan sonra da saygı ve tazimle anacağını fakat aynı zamanda Atatürk İlke ve İnkılâplarını unutturmak için elinden gelenin azamisini yapacağını ve onu tarihin sisli katmanlarına doğru iteceğini anlıyoruz.

Devrimlerinden, Aydınlanma ve ilerleme ideallerinden, kurucu fikirlerinden soyutlanmış bir Mustafa Kemal’in  büyük bir  mareşal ve halaskâr (kurtarıcı) olarak bir süre daha şeklen muhafaza edileceğini ve millî bayramlarla birlikte zamanla unutturulacağını  görüyoruz. Türkiye yüzyılı, önceki yüzyılın her bakımdan inkârını temel alacak. Tarih yeniden yazılacak. (Troçki’ye sormuşlar, “Tarih sizi nasıl yazacak?” diye, “Tarihi kimin yazdığına bağlı,” demiş!)

        Hiç kimse bütün bunlar olmamış ve arkası gelmeyecekmiş gibi davranamaz. Bildiğimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin tek bir hamlelik, “sıfırdan anayasa”lık canı kalmıştır. Ülkede hâlâ demokrasi, yargı, anayasa, hukuk, eğitim, medya, kamuoyu, sosyolojik anlamda sahici siyasî partiler vs. varmış gibi yorum yapanlar, mesela “kabine” sözcüğüne takılarak var olmayan mevcut anayasaya gönderme yapan şarlatanlar, ayaklarının altındaki zeminin çoktan kaymış olduğunu raf ömürleri sona erdiğinde fark edeceklerdir.  

Maksim Gorki’nin dediği gibi, kendini kartal sanan bütün horozlar uçmak için kanatlarını açtıklarında yerden ancak birkaç karış yükselebildiklerini görecekler ve artık kendi kümeslerinde avunacaklardır. Saray bu kümeslere dokunmayacak, onları kendi hâline bırakarak “demokrasi” görüntüsünü sürdürmek isteyecektir.  

        Siyasî toplum, bütün partileriyle ve kadrolarıyla birlikte Saray’ın hegemonik ideolojisinin şu ya da bu ölçüde parçası olmuş, programatik olarak ona eklemlenmiştir.  Muhalefet, siyasî faaliyetini karşıdevrime karşı değil, karşıdevrimin içinde sürdürmektedir. AKP ve Saray o partileri ayrıştıracak, birleştirecek, unsurlarını satın alacak ve ilk hedef olarak yeni bir Anayasa’yla yirmi yıllık icraatının üstyapısını inşa edecek ve geçiş dönemini kapatacaktır.

        Saray, TBMM’ye kendi anayasasını kabul ettirdiğinde, söz gelimi laikliği, kadın haklarını, belki Medeni Kanun’u, hatta üniter ulus-devleti savunmak, cemaat ve tarikatları eleştirmek, hatta deist ya da ateist olmak bile suç sayılacaktır. Mevcut anayasayı umursamayan Saray rejimi kendi kutsal anayasasını titizlikle gözetecek, onu takviye etmek için çıkaracağı yasaların ihlaline asla göz yummayacaktır.

        Geldiğimiz yer burasıdır.

Siyasî partilerin it dalaşını, lider arayışını ve dedikodularını görüş alanından çıkararak, halk hareketi ve Devrim imkânlarına yönelmek gerekir.  Devleti ele geçiren siyasî kadronun elinden Devlet’i geri alarak laik, demokratik, sosyal hukuk devletini yeniden kurmak, bundan sonra ancak sahici bir Devrim’le mümkündür.  Veryansın, 09. 06. 2023