İSTİBDAT VE HÜRRİYET

Yavuz Alogan

         Saray mertebesine yükselen siyasî iktidarın demokratik bir yöntemle oradan inişi, geri dönüşü yoktur.  Oraya çıkmıştır ve kendisini oraya çıkaran merdiveni yakmıştır.

         Bir dava adamı olan Reis’in üstün politik zekâsıyla bu gerçeğin farkında olduğunu artık herkesin bilmesi gerekir. Nitekim kendisi bu farkındalığı defalarca tebliğ etmiş, partisinin ve şahsının ülkesiyle kader birliğini dile getirmiştir. Laftır, deyip geçemezsiniz.

         Demek ki seçim olacak ve yüzde elli artı biri alan kişi cumhurbaşkanı olarak cülus edecek, yani tahta çıkacak diye düşünmek bu saatten sonra saflık değil, düpedüz aptallıktır.

         Fakat nasıl olur, anayasa, hukuk, seçim kanunları, teamüller, gazi meclis   vesaire diye siyasî edebiyat yaparak debelenmenin hiç bir faydası yoktur. Bunları önceden düşünecektiniz.

         Şimdi zurnanın zırt dediği yere gelmiş bulunuyoruz. Zurnanın kaç deliği vardır, bilmiyorum. Fakat Saray iktidarının bütün delikleri deneyerek kulaklarımızı değişik seslere alıştırdığını, nihayet zurnanın zırt dediği yere geldiğini görüyorum.

         Aslında süreç Ayasofya’nın ibadete açılmasıyla, Danıştay 10. Dairesi’nin 1934 tarihli bakanlar kurulu kararını iptal etmesiyle, Devlet’in, bizatihi Devlet’in ta kendisinin, 24 Temmuz 2020 günü topluca Ayasofya’ya gidip Cuma’yı edâ etmesiyle başladı.

         O zaman ben bunun “Büyük Kalkışma” olduğunu, Cumhuriyet rejimiyle fiili hesaplaşmanın tamamlandığını, Laik Devlet’in tabutuna son çivinin çakıldığını ve bu gerçekliğin bütün dünyaya Ayasofya Cami-i Şerifi’nin minarelerinden ilan edildiğini yazdım.  Elbette Diyanet Başkanı’nın elinde kılıçla minbere çıkıp Cumhuriyet’i kuranlara lanet okuma anlamına gelecek sözler söylediği sahne çok dramatikti fakat önemsizdi. Zira kılıç çoktan el değiştirmişti.  Türk Ordusu bütün kurumlarıyla yeniden yapılandırıldığında kılıç devir teslim töreni tamamlanmıştı. Bir kararnameyle askerin elindeki silahların “lüzumu hâlinde” polise devredilmesini öngören yönetmelik değişikliğine bir günde gelinmedi. 

         Neyse, konuyu dağıtmayalım…

Hukuk daima gerçekliği takip eder.  Yani fiili bir durum gerçekleşir ya da yaratılır; hukuk, gerçeklik kazanan fiili durumu yasal bir ifadeye kavuşturur, yasalarla fiili duruma hukukî bir meşruiyet kazandırır.  Devrimlerin ve karşı devrimlerin kuralı budur.

“Yeni Anayasa” teklifinin anlamı da budur. Saray şu son 18 yıl içinde fiilen yaratmış olduğu iktisadî, idarî ve kültürel ortamın hukukî ifadesini arıyor; yarattığı dönüşüme anayasal bir kimlik kazandırmak istiyor. Şimdi burada durup, “laisizmin, Devrim Kanunları’nın tabutuna son çivi…” gibi sözlerle edebiyat yapacak değilim. Onlar geride kaldı. Defin işlemi bitti, gecikmiş olarak sıra ölüm ilanına, veraset ilamının tebliğine geldi. Cumhuriyet’in terekesi (mal varlığı) çok önceden özelleştirilip satılmıştı zaten.

Acelesi var. Zira korona salgınıyla birleşen derin ekonomik kriz AKP’nin tabanını kaydırırken Batı’nın şantaj ve baskısı artmakta.  Mevcut yasalarla seçim kazanamayacağını anladı.  O hâlde döşediği altyapının üstyapısını oluşturacak; yeni bir anayasa, yeni bir seçim yasası, siyasî partiler kanunu çıkararak “Reformcu Sultan” kaftanına bürünecek. Tarikat ve cemaatlerden oluşan çekirdek tabanını kendi saflarında tutmak için onların taleplerini, arzularını anayasaya yazacak…  İlk dört maddeyi de kaldırabilir ya da onları çerçeve içine alıp kenar süsü olarak muhafaza edebilir.  Dedik ya, üstün bir politik zekâ, gözü kara bir cesaret!…

Yeni anayasa süreciyle eşzamanlı olarak siyasî ortamın yeniden tanzim ve tertip edilmesi de gerekecek. Bu işlerin başladığını görüyoruz. Parayı ve gücü elinde toplayan Saray siyasî partiler topluluğunu hamur gibi yoğurarak şekillendiriyor.

Saray, bütün partilere mesafeli, hatta şefkatli davranıyor. Fakat inandırıcı olmayan, sinsi ve yanlış bir ekip tarafından yönetilen, buna rağmen “Atatürk’ün partisi” unvanını sahtekâr bir tutumla kullanan CHP’yi, siyaset sahnesinden ufalayarak silmeye çalışıyor. Saray bu partiden nefret ediyor ve onu “vesayet”in son kalıntısı, geçmişin sembolü gibi görüyor.  Karanlıklar Prensesi Sayın Meral Akşener’in “CHP yalnız kalsın diye ittiren bir el var” sözünü herkesin ciddiye alması gerekir. A Haber, İnce ve Sarıgül gibi çapsız unsurların peşinde kameraman gezdiriyor. Bütün bunların bir anlamı olmalı.

İnsan içine çıkamayacak kadar rezil olmuş politikacılar kendi partilerinden kopup halkın umudu pozlarında yeni partiler kurarak ortaya çıkabiliyorlarsa, siyasî toplum iflas etmiş demektir.

Yeni anayasayla Saray kendisini siyasî partilerin üzerinde konumlandırmayı amaçlıyor. CHP hariç (çünkü o “vesayetçi”) bütün diğer partileri buna razı etmeye çalışacak.  Ekonominin yönetiminden laisizm karşıtlığına kadar pek çok temel konuda görüş ve anlayış birliği olan siyasî partileri Saray’dan bir orkestra şefi gibi yönetecek. Bir tür meşrutî monarşi… 

Peki bu anayasa usulüne uygun olarak nasıl yapılacak?

Bence hiç kafanızı yormayın. AKP ile MHP’nin meclisteki sandalye sayısı yetmiyor diyerek aritmetik hesaplar yapmayın mesela.  Derin hukuk teorisi parçalayarak, temsilî meclis şöyledir, kurucu meclis böyledir diyerek dünya anayasalarından örnekler de vermeyin. Benim bir ara yaptığım gibi, “insan derisiyle kaplı anayasa” edebiyatına da girmeyin. Derinize taş değmesin sizin!  Üstelik bunca sığır başı boş dolaşırken insan derisine ne gerek var?  

  Usul önemli değil… Saray’a öyle bir güç verdiniz ki Sayın Reis isterse eski TKP’li  Mehmet Uçum ile  vatansever Doktor Doğu Perinçek’i  kulaklarından tutup Saray’ın selamlık bölümünde birleştirir, onlara yeni bir anayasa yazdırır, TBMM’ye tasdik ettirir, “Ahan da yeni anayasanız!” diye referanduma sunar. O sizin anayasanız olur.

Merak etmeyin, size bir şey yapmazlar, internet üzerinden atıp tutmaya; derin analizlerle milleti irşat etmeye, yani aydınlatmaya, uyarmaya devam edersiniz. Tarihî günlerde taş dolu damperli belediye kamyonlarının arasından geçip Anıtkabir’e ulaşabilir, hep bir ağızdan 10. Yıl Marşı’nı söyleyebilirsiniz. “Oh ne güzel, işte yine buradayız” diyerek hep birlikte rahatlayabilirsiniz.

 Bu büyük gücü, yasama-yürütme-yargı gücünü Saray’a siz verdiniz.  Sakın isyan etmeyiniz, “terörist” olursunuz. Kitle hareketi, toplantı gösteri ifade özgürlüğü falan… Sakın!  Soros ansızın ortaya çıkar, hareketin başına geçer. Siz kitle hareketine önderlik edemezsiniz, George Soros önderlik eder!  

Fakat şu “Ya İstibdat ya Hürriyet” sloganını sevdim. Geçenlerde liberal-FETÖcü bir tarihçi, “Bu sloganı kullanmayın, İttihat ve Terakki’nin sloganıdır” dediği anda hiç kuşkum kalmadı. Tarihin derinliklerinden gelen, tarihin uğultusunu bugüne aktaran bir tınısı var. Namık Kemal’den, 31 Mart Vakası ve Hareket Ordusu’ndan, Kuşçubaşı Eşref, Sapancalı Hakkı, Bahattin Şakir, Doktor Nazım, Talat-Enver-Cemal Paşalar ve Mustafa Kemal ve Kuvayı Milliye’den, Devrim Kanunları’ndan bugüne uzanan bir çizgiyi temsil ediyor: “Yaşasın Hürriyet, Kahrolsun İstibdat!”  Veryansıntv, 05. 02. 2021