AYAKLAR VE BAŞLAR

Yavuz Alogan

         Ayaklar baş olunca, önceki başlar ne olur?

         Bu ihtilalci problematique (sorunsal) son günlerde zihnimi kurcalıyor.

         Aslında soru gelmiş geçmiş bütün devrimler ve karşıdevrimlerle ilgili.

         Devrim derken, üretim ilişkileriyle birlikte sınıfsal hâkimiyetin  el değiştirmesini; karşıdevrim derken de ülkenin devrim öncesine geri döndürülmesini, ancient régime’in, yani eski rejimin bütün kurumlarıyla birlikte canlandırılmasını anlıyoruz. Literatürde birincisinin progresif, yani ilerici; ikincisinin ise reaksiyoner, yani gerici olduğu belirtilir. Ancak burada da belirsizlik vardır; zira neyin gerici neyin ilerici olduğu tarihi yazan kişinin meşrebine göre değişir. Nihai zaferi kazanan Saray rejiminin Türkiye tarihini nasıl yazacağını düşünün mesela…

         Bu aşırı “entel” girişin ardından örneklere gelelim. Öncelikle şunu belirtelim ki “karşıdevrimci” ya da “gerici” kavramlarında hakaretâmiz bir şey yoktur. Karşıdevrim de aslında bir devrimdir, ancak geriye doğru, geçmişe dönük olarak icra edilmiştir.  Ayrıca çağımız, şimdilik kaydıyla, bir karşıdevrimler çağı gibi görünmektedir.

         Ayyaş Boris Yeltsin bazılarımızı hâlâ etkileyen 1917 Ekim Devrimi’ne son vermiş, dağılan imparatorluğun bir kısmı istihbarat albayı Putin tarafından bu kez Ortodoks Kilisesi’nin ideolojisi canlandırılarak modern bir Çarlık şeklinde toparlanmıştır. Çin’de Deng Şiaoping, Guangdong bölgesinden başlayarak o zamana kadar Çinlilerin bilmedikleri ve yaşamadıkları türde bir kapitalizmi bu kez Komünist Partisi yönetiminde evreler hâlinde ülkeye aşılamış; kapıları çokuluslu şirketlere açarak ve muazzam bir ticaret sermayesi biriktirerek ülkenin dünya kapitalizminde söz sahibi olmasını sağlamış; üstelik buna “Çin’e özgü sosyalizm” diyerek eğlenceli bir durum yaratmıştır. Bu gelişmelerin dünya çapında yarattığı yankılar solun ezberini bozmuş, kafasını karıştırmıştır.

Bu dünya 1789 Fransız Devrimi’ne bile kalmamıştır. Kral Louis Capet’in (XVI.) kellesi giyotinde alındıktan takriben 20 yıl sonra bu kez başka bir  Louis Capet (XVIII.)  Bourbon hanedanını yenilemiş, arada geçen süre içinde bütün Jakobenler, Jirondenler, Cordelier’ler, enragé’ler (kudurmuşlar), indulgent’ler (hoşgörücüler) giyotinin önünde kuyruğa girmek zorunda bırakılmış; kıta feodalizmini hallaç pamuğu gibi atarak kapitalizmin yolunu açan ve Avrupa Birliği düşüncesinin temellerini atan (kendisi bunun farkında değildi!) Napoleon bile kılıcı kırılarak ıssız bir adaya sürülmüştür. Devrimciler fikirleriyle yaşamışlar, Krallar ise altın yaldızlı mobilya stilleriyle, görkemli sarayları ve geometrik cennet bahçeleriyle anılmışlardır.

         Dolayısıyla Kasımpaşalı bir futbolcu ve belediye işçisinin üstün siyasî zekâsı ve karizmatik cüretiyle ülkemizin bütün siyasî, askerî, iktisadî ve kültürel kurumlarına çalım atarak Cumhuriyet rejimine karşıdevrim yapmasında şaşılacak bir şey yoktur.  Böylece geriye doğru icra edilen bir devrim gerçekleşmiştir; bütün karşıdevrimler gibi bu da rövanşisttir, yani eski rejimin bütün kurumlarını, sembollerini ve kahramanlarının hatırasını yok etmek, tarihten silmek ister.  Onun kendi kurumları, sembolleri, tarihî kahramanları vardır.

         Tarih bu şekilde çalışır. Demek ki “yaptık oldu, ebediyen yaşayacak” diye bir şey yok. Devriminizi yenileyeceksiniz, devriminizi geliştirecek kadroları eğiteceksiniz, karşıdevrimin ideolojik ve maddi temellerini sürekli bir çabayla yok ederek devriminize sahip çıkacaksınız, onun ilkelerini yeni kurumlar geliştirerek değişen dünyaya uyarlayacaksınız. Çalışacaksınız.

         Neyse, yine konuyu dağıttım…

         Baştaki soruya gelelim: ayaklar baş olunca önceki başlar ne olur?

         Konuya girmeden önce şunu belirtelim ki buradaki “ayaklar” sözcüğü pejoratif (aşağılayıcı) bir anlam taşımıyor. Burada hakaret yok. Mustafa Kemal bile Sultan’ın emir kulu, tebaanın bir parçasıydı; sonra Cumhurbaşkanı olarak başa geçti.  Devrim işleri böyledir. Aşağıda olan yukarıya çıkar, yukarıda olan aşağıya iner.

         Eski ayaklar baş olunca görgüsüzlük içeren muazzam bir özgüven kazanırlar.  Mesela Devlet’in valisi, İskilipli Atıf Efendi’yi anma töreni düzenler ve eski rejimi kınayacak cesareti sergiler. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. CHP’liler, PKK-HDP’yle işbirliği yaparak Seyyid Rıza’nın heykelini dikmediler mi? Vali’ye niye kızıyorsunuz? Karşıdevrim böyle bir şeydir; rövanşizm budur!  İdeolojik hegemonyasıyla birlikte karşıdevrim sökün ettiğinde, iktidarı ve muhalefetiyle birlikte karşıdevrim yarışı başlar. Muhalefet de pastadan pay ister, seçim kazanmak için ideolojik araziye uyum sağlar.

         Bakın bu özgüven meselesi çok önemlidir. Bu özgüveni ona siz vermişsiniz, onu Padişahlarda bile olmayan olağanüstü anayasal yetkilerle donatmışsınız, muhalefet partileri olarak mücadele edecek yerde onu taklit etmeye, aynı söylemi kullanmaya, laiklik ilkesini onunla birlikte unutturmaya çalışmışsınız. Millî merkezi bölerek, anayasal uyanışı “millî anayasa hareketi” başlığı altında bir provokatör inceliğiyle tahrip ederek üzerine bir bardak su içmişsiniz; ardından vatan millet diyerek tarihin kaydettiği en gerici iktidarla birleşmişsiniz. Dört nala koşan iri atların arasında gevrek gevrek havlayan fino köpekleri gibi dikkati çekmeye çalışıyorsunuz ama nafile!

 Şimdi isterse Kanal İstanbul’u açar ve tam ortasına Rodos heykeli gibi bir ayağı Avrupa’da bir ayağı Asya’da olmak üzere dev bir İskilipli Atıf heykeli diker. Topçu Kışlası’nı Taksim meydanının ortasına dikip Derviş Vahdeti’nin ruhunu şâd, Mahmut Şevket Paşa’nın ruhunu muazzeb eder (acı çektirir).  Aval aval bakarsınız, sosyal medyada paylaşım yapıp eğlenirsiniz. Demek ki bu devrim ve karşıdevrim işlerinde ciddi olacaksınız, önceden düşüneceksiniz.  Devrimcilik ayrıntılarda boğulmamayı gerektirir.  Türkiye’de var mı böyle bir şey?

         Bütün devrimlerde ve karşıdevrimlerde baş olan ayaklar, önceki başları tasfiye etmişler, onlara ifade ve örgütlenme özgürlüğü tanımamışlardır.  Şimdi burada örneklerle kafanızı şişirmek istemem. Bizim devrimimiz de saltanat rejimini ve hanedanı bütün ortaçağ kurumlarıyla birlikte tasfiye etmiştir mesela. Bazen düşünürüm, Sultan’ı sürgüne göndermeyip işbirlikçi nazırlarıyla birlikte İstiklâl Mahkemesi’nde hıyanet-i vataniye’den yargılasalardı, bunun günümüze yansımaları nasıl olurdu diye… Bolşevikler de kendi sultanları için bunu düşünmüşlerdi. İlk plan, Lev Troçki’nin  savunacağı iddianameyle Çar II. Nikolay’ı yargılamaktı.  Fakat   emperyalistlerin Beyaz Ordusu Ural Dağları’na yaklaşırken onu ailesiyle birlikte Tobolsk’ta kurşuna dizmek zorunda kaldılar. Bizdeki yargılamaya, savcı olarak Dr. Reşit Galip uygun düşerdi.

         Neyse, konu yine dağılıyor.

         Bugünün Türkiye’sine dönecek olursak, baş olan ayakların önceki başları fiziki olarak tasfiye edemediklerini, sadece kamu yönetiminin dışına sürdüklerini, siyasî toplumun kıyılarına ya da tamamen dışına attıklarını görüyoruz. Elbette bu gevşek tavır, Saray rejiminin hamiyetinden, yani koruma kaygısı ya da erdeminden değil, iç ve dış dengelerden kaynaklanıyor. Fakat dengeler değişir. Aşağılardan gelen sürekli tehditlere, silahlanma çabalarına ve hazırlıklara bakarsanız, karşıdevrimlerini tamamlamak için fırsat kolladıklarını, sabırsızlandıklarını görürsünüz. 

         Peki eski rejimin, Cumhuriyet rejiminin başları henüz omuzlarında duran bugünkü temsilcileri kimlerdir?  İster sağcı ister solcu ya da dindar olsun Cumhuriyet’in Kuruluş ilkelerini, Devrim Kanunları’nı, laik, demokratik ve sosyal hukuk devletini, örgütlü seküler toplumu gericiliğe taviz vermeden her kim savunuyorsa, Cumhuriyet rejiminin temsilcileri onlardır.

         Nüfusun yaklaşık yarısına hitap eden bu kesimin kökü kurutulmadıkça, başları omuzlarında durdukça, Karşıdevrim Türkiye’ye bütün kurumlarıyla nihai olarak asla yerleşemeyecektir. Veryansın, 26. 02. 2021