Yavuz Alogan
Gelmiş geçmiş bütün Sezarlar zayıflayan kudretlerini askerî bir zaferle yenileme hevesine kapılmışlardır.
“Sezar” lafına takılmayın. Eski Roma’dan bu yana ülkenin bütün güçlerini elinde toplayan diktatörlere verilen ortak isimdir. Bunlar tebaalarından topladıklarını bizzat zenginleştirdikleri sınıfa aktararak, Devlet’in bütün kuvvetlerini kendi şahıslarında toplayarak hükmederler. Kasaları boşalınca kendi adamları tarafından alaşağı edilirler. Fakat ondan önce tebaayı böler, ahaliyi birbirine kırdırırlar; Roma’yı ateşe vermeden sahneyi terk etmezler.
Klasik siyasî tragedyanın kurgusu böyledir.
Bu edebî türün temellerini, elbette Şekspir, Jül Sezar adlı oyunuyla atmıştır. Okumanız gerekmez, zahmet etmeyin. Joseph L. Mankiewicz’in 1953 tarihli Julius Caesar adlı filmini seyretmeniz yeterlidir. Filmde Marlon Brando’nun canlandırdığı Marcus Antonius karakterinin “harmanisini başına çekerek kendisini insafsız hasımlarının öldürücü hançer darbelerine terk eden, cansız bedeni Kapitol’ün taş basamaklarında kalan” Sezar’ın naaşı başında attığı uzun tirada dikkat ediniz. Her şeyi kapsar. Unutulan geçmiş zaferler, emperyal ihtişamın çöküşü, siyasî riyakârlık, ihanet, kendi imparatorunu parçalamaya hazır senatörlerin korkunç ve sinsi ihtirasları, tebaanın şaşkınlığı ve Sezar’ı devirenlerin halkı yatıştırmak, durumu açıklamak için sergiledikleri umutsuz çaba…
Elbette bu yazının manşetinde yer alan görsele de dikkatle bakmanız gerekir. Bu resimleri süs olsun diye koymuyoruz. Salvador Dali’nin, 1937 tarihli “İç Savaş Önsezisi” adlı bu tablosu ressamın derin kaygılarını, savaşın korku ve dehşetini yansıtır. Hakkında farklı yorumlar yapılmıştır. İspanyol İç Savaşı’nın (1936-1939) başlarında yapılan bu sürrealist (gerçeküstücü) tablo, bana kalırsa Frankizm’in, yani İspanyol faşizminin zaferini öngörmektedir.
Tabloda parçalanmış, neredeyse iç içe geçmiş iki insan vücudu görülmektedir. Üstteki savaşı kazanmıştır; kendi kemiklerinden güç alarak kargaşanın içinde doğrulmuş, zafer duygusuyla başını kaldırarak göğe doğru yükselmiş, muzaffer bir ifadeyle sırıtmaktadır. Yere saçılmış fasulye taneleri halkın açlığını ve yoksunluğunu anlatır. Arka plandaki muhteşem, derinlikli gökyüzünün insana verdiği sonsuzluk duygusu, iç içe geçmiş bu iki figürü korkunç bir aykırılık, iğrenç bir leke, insan varoluşuna ters düşen çıplak bir şiddet ifadesi olarak gösterir. Bu rahatsız edici tablo bize “iç savaşın kazananı olmaz” demektedir.
Siyasî trajedilerin ilk perdesi açıldığında, hâli vakti yerinde insanların oluşturduğu siyasî toplumun türdeş bir görünüm verdiğini, birbirinin kıçını koklayarak topluca dolaşırken arada bir dalaşan ve bazen oynaşan iç içe geçmiş siyasî partilerin ve şahsiyetlerin halkın gerçekliklerinden tamamen koptuklarını görürüz. Bunların keskin söylemleri, atıp tutmaları, tehditleri, insanları korkutmak için sıktıkları palavralar ve uçuk kaçık vaatleri artık sıradan insanların kulağına ulaşmaz.
“Kararsızlar”ın oranı artmaya başlar. Aptal siyasetçi “kararsızlar” artıyor diye sevinir ve onları partisine katmak için debelenir. Oysa “kararsızlar”ın artması en tehlikeli durumdur; halkın siyasî topluma yabancılaştığını gösterir. Devlet ve siyasî toplum kendi içine doğru çöküp yeniden tertiplenirken, sahipsiz kalan halk devlet-altı gayri resmî yapılarla dayanışma ağları oluşturarak başının çaresine bakmaya çalışır. Fakat bu çabanın sürekliliği iktisadî krizin süresine ve şiddetine bağlıdır. Bu arada Devlet doğal işlevlerini kaybetmeye devam eder.
Belirleyici olan, halkın yabancılaşması, kalbinin kırılmasıdır. Korona yasakları yüzünden esnafın canından bezdiği bir ortamda binlerce kişiyi pandeminin en yaygın olduğu illerin birindeki spor salonuna tıklım tıkış doldurmakla övünürseniz, halk size yabancılaşır. Esnaf öfkelenir, “İmtiyazlı mısınız lan siz, biz dükkânımızı açamazken…” diye söylenir. Şehit oğlunun mezarı başındaki annenin hıçkırıklarını coşkudan ağzı köpürmüş siyasî topluluğa dinlettikten sonra, “Onlar Allah yolunda şehit oldular, biz şimdi kendimize bakalım, kendimize!” diye bağırır, ardından da Laz şivesiyle espri yaparsanız bütün bir halkın kalbi kırılır.
Belli etmezler, kendileri de ilk anda fark etmezler ama kalpleri kırılır. O anki duruma göre söylem kuran fakat ortaya inandırıcı bir program koyamayan, hareketleri ve sözleri giderek kuşku uyandıran politikacı, ağzından çıkan her söze taraftarlarının ve bütün halkın inandığını düşünürse çok yanılır.
Ülkeyi yöneten kişilerin iç siyaseti tertipleme, siyasî partileri çözerek güç toplama, yeni bir anayasayla rejimin vidalarını biraz daha sıkma girişimleri sıradan insanları fazla etkilemez. Fakat “Çarşamba günü size bir müjde vereceğim” diyerek vatan evlatlarının hayatını tehlikeye attığınız zaman işin rengi değişir. En hödük parti taraftarı, en kalın kafalı örgüt çomarı, en sıradan yurttaş bile ülkenin dış politikasını ve ordusunu kısa vadeli siyasî hedeflerinizle tevhit ettiğinizi, iktidarda bir saat daha fazla kalabilmek için her şeyi yapabileceğinizi anlar.
Mağaranın dibinde kurşuna dizilen vatan evlatlarının mektupları, ana babalarının, eşlerinin nişanlılarının öyküleri herkese ulaşır. Yıllarca görmezden gelinen bu çocukların “Çarşamba müjdesi”ne feda edildiklerini herkes anlar. Benzer olaylarda sonuç alan Devlet’in bu çocukları neden unuttuğunu insanlar sorarlar. Halkın kalbi kırılır, Devlet’e zaten azalmakta olan güveni biraz daha azalır. Siyasîler birbirlerini suçlarlar. Değerli askerî uzmanlar ellerinde çubuk harita başına geçerek, bölgeye nasıl hâkim olduklarını, falanca yer ile filanca yer arasındaki irtibatı nasıl kestiklerini, böylece teröristleri tepelemenin yolunu nasıl açtıklarını anlatırlar. Fakat yemezler… Muhalefetle aradaki 7 puan farkı kapatmak için acil askerî zafer kaygısıyla hareket edildiğini herkes görmüştür.
Bütün Sezarlar zayıflayan kudretlerini askerî bir zaferle yenileme hevesine kapılırlar. Fakat iktidarda kalmak için ülkenin geleceğiyle, dış politikasıyla, askeriyle, dış ve iç savaş ihtimaliyle oynamanın vebali çok büyük, tarihin keseceği ceza ise çok ağır olur. Veryansın, 19.02.2021