SİYASETTE ZEKÂ SORUNLARI

Yavuz Alogan

İnsanın kendi zekâ seviyesini olduğundan daha yüksek sanması sorun yaratmaz. Fakat başkalarının zekâ seviyesini    olduğundan daha düşük sanması zamanla büyük bir sorun yaratır. Bu sorun siyaset alanında ortaya çıktığı zaman, kişi söz ve davranışlarında tutarlı olma kaygısını kaybeder. Yüksekten ve ikna edici bir tavırla içinde bulunduğu anın gereklerine uygun gördüğü her şeyi söyler. Fakat her defasında daha çarpıcı bir şey söylemek zorunda kalır. Daha önce söylediklerinin devamı olmayan, hatta bazen tam tersi olan fikirlerle insanları ikna etmek, şapkasından çıkardığı tavşanı kulaklarından tutup sallayarak geri zekâlı olduğunu varsaydığı kitleleri etkilemek ister.  Oluşturulan sahnenin yarattığı heyecan zamanla önce lider ile yakın çevresinin, sonra bütün bir siyasî hareketle o hareketin peşinden giden kitlenin zekâ seviyesini eşitler.

Bazı tarihsel durumlarda, mesela Nazi Almanyası’nda, Lider ile bütün bir halkın aynı zekâ seviyesinde buluştuğu görülmüştür. Bu örnekte halk, muhteşem kültürel mirasını sokaklarda ateşe vererek kendi zekâsını eşitlediği Lider’in peşinden büyük felaketlere doğru yürüyüp gitmiştir.

Aslında bu sorun yeni değildir. Arthur Schopenhauer 158 yıl önce “demos”un (halkın) “kratos”a (yönetime) nasıl katılabileceğini tartışırken, siyasîlerin “demos”u farklı seçeneklere ikna etmek zorunda olduklarını, işlerin tam da bu noktada karıştığını saptar. Zira bu ikna sürecinde, olası bütün kararları tüm yönleriyle ortaya koyup aydınlıkta tartışanlar olacağı gibi, “meseleyi laf kalabalığına boğup, yeri geldiğinde hamasetle, yeri geldiğinde safsata ve yanıltmacayla demos’u dolduruşa getiren demagogların” da olabileceğini söyler ve bu durumun, “işin tabiatı icabı” olduğunu özellikle belirtir.

Demek ki dilimize “demokrasi” olarak yerleşen “demos-kratos”un tabiatında, demagoji, safsata ve yanıltmaca yoluyla halkın dolduruşa getirilerek kendi felaketini hazırlaması gibi bir tehlike mevcuttur.   

Ancak bu felaketin önşartı devletin denetleme ve dengeleme işlevini kaybetmiş olmasıdır. Siyaset alanı, bütün maddi kaynakları ve silahlı güçleriyle birlikte devleti kendisi için bir aygıt hâline getirerek, tıpkı bir kayanın çeşitli yerlerine sızmış buz kütlelerinin genleşerek onu parçalaması gibi her türlü denetim ve dengeleme imkânını ortadan kaldırdığı zaman, kendi zekâsını kitlelerinkiyle eşitlemek isteyen demagogların yolu açılmış olur.

İnsanlık bu büyük tehlikeyi 20. asrın sonunda aştığını zannetti. Yirminci asır ideolojik çatışmalarla belirlendi; Almanya’da sınıf mücadelesi (1918-23; 1928-33), İspanyol İç Savaşı (1936-39), Yunan İç Savaşı (1946-49), Pekin-Moskova çatışması (1963).  Bu ideolojik çatışmalar zamanla yatıştı, Churchill-Stalin-Roosevelt üçlüsünün kurduğu Birleşmiş Milletler düzeni Soğuk Savaş koşullarında sürdürüldü ve “bütün kurum ve kurallarıyla” demokrasinin batı toplumlarında yerleştiği, evrensel düzeyde vazgeçilmez olduğu, her yerde “kanun nizam hâkimiyeti”nin çeşitli derecelerde sağlandığı, en azından amaçlandığı düşünüldü.

Bugünün dünyasında kitle ile lider arasında zekâ eşitlenmesinin; siyasî toplumu demagoji, safsata ve yanıltmacayla yönlendirme sorununun olanca haşmetiyle geri geldiği görülüyor. Böylece en temel soruna geri dönmüş oluyoruz: demos-kratos nasıl sağlanacak? Başka deyişle, bir toplumun kaderini belirleyen kararları kim verecek? Karar verenin meşruluğunu kaybetmesi hâlinde toplumun en ileri kesimi birleşerek direnme ve yeni bir Kurucu İrade oluşturma hakkını nasıl kullanacak?  Aydınlık, 23. 11. 2018