Yavuz Alogan
Siyasetten zerre kadar anlamadığımı daha önce birkaç kez belirtmiştim. Aslında siyaset alanında faaliyet gösteren şahsiyetlerin de olup biteni yeterince anladıklarını sanmıyorum. Bunların kendi partilerinin tabanına, kamuoyuna ve diğer partilere verdikleri “posture” (kasılarak gösterilen duruş) ile içinde bulundukları gerçeklik arasında önemli farklılıklar olduğunu anlıyoruz.
Elbette gerçeği tam olarak bilemeyiz. Kişileri tanımak, biyografi çalışmak, politika konuşulan ortamlarda kulağı delik şahsiyetlerin sohbetlerine ve dedikodularına kulak vermek, çeşitli hipotezlerin ve spekülasyonların iç mantığı üzerinde düşünmek gerekir.
Parlamenter siyasetin uzun süredir dışarıdan “dizayn” edildiğini biliyoruz. AKP’nin RP’nin içinden nasıl çıkarıldığını, CHP’nin komployla nasıl ele geçirilip tasfiyeye uğratıldığını, yine komployla arındırılan MHP’nin içinde İYİP’in nasıl örgütlenip ortalığa salındığını gördük. Çarkları parayla yağlanan bu mikro kozmosların her birinden en az üçer parti çıkar.
AKP’nin dış desteklerini kaybederek yalpalamaya ve tabandan çözülmeye başlamasıyla birlikte, siyaset alanını yeniden “dizayn” etme çabasının başladığını görüyoruz. Yeni “oyuncular” yeni rollerle ortaya çıkarken, partilerin içindeki “uyuyan hücreler” ya dürtülerek ya da kendiliğinden uyanıyor. Bütün düğmelere aynı anda basıldığı için ortam biraz karışık görünüyor.
“Uyuyan hücreler” derken, FETÖ ya da Soros sözcüklerini yetersiz bulduğumu belirtmeliyim. ABD’de yaşayan iki bunağın ismini papağan gibi tekrarlamaktansa, CIA-MI6-BND gibi kısaltmaları kullanmak, hatta bunlara SVR’yi de eklemek gerekir. Ayrıca bu FETÖ kısaltmasıyla anılan şeyin siyaset alanından ayıklanmasını mümkün görmüyorum. Bir teneke zeytinyağının içine karıştırılmış bir bardak makine yağını ayrıştıramazsınız. Ya karışıma razı olacaksınız ya da tenekeyi olduğu gibi kaldırıp atacaksınız.
Neyse, konuyu dağıtmadan tekrar “dizayn” meselesine dönmek gerekirse, AKP’nin irtifa kaybederken yere çakılmamak için MHP’ye tutunması “merkez”in boşalmasına yol açtı. Bunun üzerine merkeze doğru nefes kesen bir koşu başladı. İYİP, kendi içindeki milliyetçi unsurları silkeleyip partiyi ortalayarak merkeze doğru hamle etti. CHP’nin “acaba bana ne yapacaklar” korkusuyla iyice tırstığı, her türlü provokasyondan kaçınmaya çalıştığı bir ortamda, soluk soluğa kalan MHP’nin tıkanma belirtileri gösterdiğini fark eden Saray, İYİP’i Cumhur ittifakına katarak genişlemek; olmazsa, parçalayarak aslan payını kendi midesine indirmek, bir kısmını da MHP’ye yedirmek, böylece “merkez”i tekrar ele geçirmek için omuz atarak topa girdi. Ümit Özdağ, İYİP’in vezirini âni bir fil-at kombinasyonuyla sıkıştırdı ve böylece Akşener’i “rok” yaparak savunmaya zorladı. Bu arada Aytun Çıray, “Parti içinde Saray’la teması olanlar var, yüzde 51 meselesi bir şekilde halledilecek” diye fısıldayarak kurulan tezgâhı deşifre etti. Siyaset meydanında ürpertici bir serinlik hissedildi. Sanki Müthiş İvan’ın sarayı… Bizans’tan haber getiren casuslar, metropolitler, Boyar prensleri, Tatar atamanları, her koridorda esrarengiz fısıldaşmalar…
Bu arada genel kurmay eski başkanı İlker Başbuğ, “’En büyük hayâlim, Türkiye ile Azerbaycan’ın tek devlet olmasıdır,” dedi. Gerçi Paşa, her zamanki temkinli tutumuyla, “reel politik/gerçekçilik” açısından bakıldığında bunun pek mümkün olmadığını da belirtti, ancak “Yine de büyük hayâllere sahip olmak güzel bir şeydir” diyerek gönlünden geçeni dile getirdi. Bu hayâl bana en elverişli uluslararası koşullarda Baas gibi kuvvetli bir ideolojiyle pek çok kez denenen fakat her defasında başarısızlığa uğrayan Arap Birliği kurma girişimlerini hatırlattı. Biz daha Kuruluş ilkelerimizi, Aydınlanma devrimimizi, Cumhuriyet kurumlarını kendi içimizde muhafaza ve müdafaa etmeyi becerememişiz…
Aslında bu hayâl Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle ortaya çıktı. Daha önce de Nazi Almanyası’nın Sovyetler Birliği’ni işgal etmesiyle gündeme gelmişti. 1941’de, tam da Barbarossa harekâtının başladığı sırada, emekli general Hüseyin Erkilet ile o sırada muvazzaf Orgeneral Ali Fuat Erden başkanlığında bir heyet, Alman Mareşali Fedor von Bock’un davetlisi olarak gittikleri Kırım’da, Wehrmacht generalleriyle “Esir Türkler” meselesini görüştüler. Ne var ki Slav halklarının köleleştirilmesinden sorumlu Nazi teorisyeni Alfred Rosemberg savaşta Türkiye’yle stratejik ittifak fikrini kabul etmedi. Almanlar, Ruzi Nazar’ın da içinde olduğu Türkistan Ordusu ile Kızıl Ordu’ya ihanet ederek kendi saflarına geçen Rus generali Andrey Vlasov’la çalışmayı tercih ettiler.
Projenin kendisi ortadan kalktıysa da ideolojik/stratejik altyapısı Nihal Atsız’la başlayıp CIA ajanı Ruzi Nazar’a ve zamanımızın kahramanı, üçlü ajan (CIA, BND, MİT) Enver Altaylı’ya kadar uzanan geniş bir zaman diliminde varlığını sürdürdü. Turgut Özal ve Demirel bile komünizm sonrası Rusya’nın tamamen dağılacağı umuduyla arada bir “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar büyük Türk dünyası”ndan söz etmişlerdir.
Aslında bunun parlak ve cazip bir hayâl olduğunu, Azerbaycan’ın Ermenistan’a karşı haklı savaşıyla birlikte bir kez daha zihinlere düştüğünü belirtmek gerekir. Ancak büyük zorluklar var. Bu strateji Azerbaycan’ın Nahcıvan özerk bölgesini ilhak etmesini ve Ermenistan sınırından Türkiye’ye bir koridor açılmasını gerektiriyor. Türkiye’den başlayıp Azerbaycan, Hazar Denizi, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan … derken, Sincan Uygur Özerk bölgesine kadar uzanan bir “tek millet altı devlet” imparatorluğu kurmak, bugüne kadar tahayyül edilen Kızıl Elma’nın en büyük, en parlak hâlini ifade ediyor. Ancak Türkiye’nin bu kadar büyük bir elmayı sindirebileceği, söz konusu “Türkî” devletlerin de böyle bir yeni imparatorluğa rıza gösterecekleri biraz kuşkulu.
Öte yanda, ABD-İngiltere-İsrail bu tip projeleri destekleyecek, Rusya-İran-Çin ise kuvvetle karşı çıkacaktır. Nitekim Aliyev, dış müdahale olursa Türk F-16’larını havada görürsünüz dediği an, Rus uçaklarını İdlib semalarında müttefikimiz ÖSO’yu fena hâlde bombalarken gördük. Carl von Clausewitz’in dediği gibi, “savaş siyasetin başka araçlarla devamıdır.” Günümüzde diplomatik mesajlar artık hava saldırısı ya da topçu atışıyla veriliyor.
Sonuç olarak, günümüzde Turan hayâlini canlandırmak sadece mevcut siyasî iktidarın ömrünü uzatır. Ekonomiyle başa çıkamayan hükümet beka sorunuyla ve hayâllerle seçmeni kazanmaya çalışacaktır. Türkiye’deki rejimin niteliği üzerinde odaklanmak gerekir.
ÖSO dedim de aklıma geldi. İç politika dizayn edilirken, doğal olarak yeni oyunculara ihtiyaç duyuluyor. Ufukta üç yeni oyuncunun belirdiğini görüyoruz: ÖSO, Alaattin Çakıcı ve Abdullah Öcalan.
ÖSO’nun ülkemizde nasıl örgütlendiğini bilmiyoruz. Nereden bileceğiz? Ancak Suriyeli gençlerin Devlet’ten icazet almadan bütün illerde sokaklara fırlayıp “tevhid” sloganları ve hilafet talepleriyle kendiliğinden yürüyüşe geçtiklerini sanmıyoruz. Birileri bunları örgütlüyor. AKP “küstah Fransız”a haddini bildirmek için miting yapacak yerde, bu ÖSO unsurlarına sokakta gövde gösterisi yaptırdı. Bu hamleyi çok anlamlı buluyoruz. ÖSO kendi bayrağını açarak iç politikada bir oyuncu olduğunu gösterdi. Bu iskeletin giderek ete kemiğe bürüneceğini ve kritik durumlarda sahaya sürüleceğini anlıyoruz.
Alaattin Çakıcı cezaevindeyken AKP’nin gönüllü mafyası Sedat Peker’i tehdit etmiş, “etek giydirerek” onu ülkeden göndereceğini söylemiş. Vatan Partisi’nin “vatanseverdir” diye övdüğü, TGB’li gençlerin birlikte fotoğraf çektirip sosyal medyada paylaştıkları Sedat Peker, o sıralarda entellektüellerin kanıyla duş aldıktan sonra her birini elektrik direklerinde sallandıracağını söylüyordu. Alaattin Çakıcı dediğini yaptı. Sedat Peker, etekli ya da pantolonlu olarak ülkeyi terk edip “tahsilini tamamlamak üzere!” Balkanlar’a yerleşti. O tahsilini tamamlaya dursun, Alaattin Çakıcı kapsamlı bir yurt gezisine çıktı. CHP dâhil çeşitli partilerin il ve ilçe teşkilatlarını gezdi, bazılarına Atatürk resmi hediye etti. Bu arada Devlet’in esas çocuklarıyla da bir fotoğraf çektirdi ve “hem emniyet hem de asker benim arkamdadır” mesajı verdi. Bu fotoğraf karesinden anlıyoruz ki Devlet, bizim amiyane tabirle “mafya” dediğimiz, kanunî mâsuniyeti (dokunulmazlığı) olan devlet-altı “iş adamı” topluluklarını tek bir çatı altında toplayarak denetim altına almaya karar verdi. Böylece yeni bir oyuncu, siyasetin dizayn edilmekte olduğu sahnenin yan giriş kapısında yardımcı kuvvet ve mali destek gücü olarak yerini almış oldu.
Ve nihayet Abdullah Öcalan… Doktor Doğu Perinçek, yakınlarda onu televizyon ekranlarında PKK’ye silah bırakma çağrısı yaparken göreceğimizi söyledi. Ne de olsa “içeriden” haber alıyor. Hukukçu Ömer Faruk Eminağaoğlu ise Apo’nun sadece televizyona değil dışarıya da çıkacağını söyledi. Şunu anlıyoruz ki Abdullah Öcalan, Saray’ın ihtiyaçlarına uygun olarak bir yere, televizyon ekranlarına ya da dışarıya ya da her ikisine birden çıkacak, hatta belki bir yurt gezisi yaparak iç cepheyi güçlendirme faaliyetlerine önemli katkıda bulunacak. Bu gelişmeyi farklı bir “çözüm süreci” hazırlığı olarak görmek de mümkün. Böylece Apo adındaki ölü kabuk, önemli bir âlet olarak canlandırılıp gündeme sokularak, siyasetin dizayn edildiği sahnenin karanlık bir köşesine yerleştirilmiş oluyor.
Genel olarak baktığımızda, bütün siyasî partilerin bir demet balon gibi yükselerek halkın ve ülkenin sahici sorunlarından koptuğunu, karmaşık dizayn etme çabaları içinde birbirine dolanarak göğe yükseldiğini, Saray’ın hem halkın gerçekliğinden hem de kendi partisinden sıyrılarak bulutlara karıştığını, milletin ise “kayıtsız ve şartsız (bilâ kayd ü şart)” kendisine ait olması gereken hâkimiyeti şimdilik sessizce aramayı sürdürdüğünü, siyasî partiler rejimine giderek yabancılaştığını görüyoruz. İçeriden ya da dışarıdan “dizayn” edilemeyen, milletin bütününü ve toplumun farklı çıkarlarını temsil eden sahici siyasî partiler, anayasal güvence altında laik ve demokratik bir sosyal hukuk devleti istiyoruz. Veryansıntv, 30.10. 2020