Yavuz Alogan
Herkesin bir mükemmel kâbus tasavvuru vardır. Benimkisi “liderlik kâbusu”dur. Büyük bir lider ya da imparator gibi bir şey olduğunuzu düşünün. Her sözünüz kanun oluyor, çevrenizdeki insanlar en saçma sözlerinizde bile derin bir hikmet arayıp buluyorlar. En çaresiz, en aciz hâlinizle yerlerde süründüğünüz zaman bile hep bir ağızdan “Hep muzaffer, daima!” diye bağırıyorlar. Giderek hakikat duygusunu kaybediyorsunuz. Bundan daha feci bir kâbus olabilir mi?
Eski çağlarda bunun çaresini bulmuşlar. Kralın gündelik hayatına, onu hem eğlendiren, hem düşündüren, hem de uyaran “soytarı”yı sokmuşlar. Kral kendi gerçeğini sadece soytarının aynasında görebilmiş. Eski Roma’da muzaffer komutan, ordularını Rubikon Irmağı’nın kıyısında bırakıp atlı savaş arabasıyla Roma’ya gelir ve Kolezyum’da kendisini çılgınca alkışlayan kalabalıkları selamlarmış. Fakat o sırada yanındaki görevli, komutanın kulağına, bütün bu şan ve şöhretin geçici olduğunu, Roma’yı senatörlerin yönettiğini, komutanı alkışlayan insanların onu her an parçalayabileceklerini fısıldarmış.
Modern dünyada bu türden uyarı mekanizmaları yok. Lider, beraber yola çıktığı arkadaşlarını geride bırakarak, gerçeği fark edenleri cezalandırarak, itiraz ve eleştiri nedir bilmeyen iş bitirici unsurlarla ve dalkavuk hödüklerle beraber sonunda aşağı yuvarlanacağı zirveye çıkabiliyor.
Toplumsal hayatı dinî, siyasî ya da etnik gruplara ve cemaatlere bölünmüş, idari yapısı ise eyalet benzeri özerk yapılara ayrılmış (ya da ayrılacak olan) ülkelerde kanun yapma ve her şeyi denetleme yetkisi olan güçlü merkezi yönetimler oluşur. Eski imparatorluk yapıları ve bölge yöneticilerinin (gauleiter) doğrudan Führer’e bağlı olduğu Nazi Almanyası böyleydi.
Toplumsal sınıfların siyasî partilerle temsil edildiği, yargının bağımsız, üniversitelerin özerk, sendikaların özgür olduğu, devlet yapısı kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanan ülkelerde seçimle kurulan hükümetler Devlet’i mevcut hukuk kurallarına göre yönetirler. 1961 Anayasası bize böyle bir dönem yaşatmıştır.
Seçimle kurulan bir hükümetin, hukukuna tecavüz ettiği Devlet’i ele geçirerek kendisini Devlet’le özdeşlemesi, Devlet Başkanı’nın kendisini “kurucu” ve kanun koyucu ilan etmesi siyaset biliminde “diktatörlük” olarak tanımlanır.
“İcracı bakanlık” sözünde yetki kullanımıyla ilgili çok derin bir anlam var. “Ofisler”de toplanan bilgileri ve hazırlanan tasarıları adamlarıyla birlikte inceleyerek karar veren ve kararını bakanlarına “icra ettiren,” bu arada hangi albayın general olacağını, hangi kıdemsiz akademisyenin rektör olacağını, kimin sanatçı olduğunu, itfaiye teşkilatının kadrosunu, tiyatroların repertuarını bile belirleyen, sokaktaki adamı yargıç yapabilen bir yetki, tek kişiden oluşan bir Kurucu İrade, yeryüzünde hiç kimseye nasip olmamıştır. Burası öyle bir yer değil, hiç öyle olmadı. 1908’den, 1923’ten geçmiş, 1960’ları yaşamış, hukuk nosyonu olan bir toplumu anonim şirket gibi yönetmeye kalkışmak nasıl bir iştir?
Bir dahaki seçime zafer vaat eden rahatına düşkün korkak politikacılar İbişin Rüyası’nda bir hakikat, diktatörün dışkısında boncuk arayabilirler. Aradıklarını bulabilirler, parlatıp gözümüze de sokabilirler. Devlet’in birden silkinip kendine geleceğini umanlar da olabilir. Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inde yüce bir din adamı vardır: Staretz Zoşima. Ölüsünden mucize beklerler fakat giderek çürüyen cesedin kokusundan kimse kaçamaz.
Bu arada, Devlet Tiyatroları’nın bütün yetkileri Cumhurbaşkanlığı’na bağlandığına göre, amatör tiyatro gruplarının, sokak tiyatrosunun zamanı gelmiş demektir. Naçizane tavsiyem, Brecht’in “III. Reich’ın Korku ve Sefaleti”yle başlamalarıdır. Günümüze kolayca uyarlanabilir. 12 Mart döneminde (1971) bu oyun AST’ta sergilenmiş ve Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından yasaklanmıştı. Biz o zamanlar ülkede “faşizm” var sanıyorduk. İyi mi? Aydınlık, 13. 07. 2018