Yavuz Alogan
Polislik mesleği bazı insanların üzerinde doğuştan edinilmiş bir takım elbise gibi durur. Genel müdürlük, bakanlık, siyasi parti liderliği gibi sonradan edinilmiş kisveler, bu doğal elbisenin duruşunu bozmaz, ceketin yakasına iliştirilmiş birer rozet gibi kalır.
İster Ankara’da ister Paris’te olun, onu ilk görüşte hemen tanırsınız. Tavırlarındaki rahatlık, çevreyi ve insanları tarassut eden kül yutmaz bakışlarına ilişmiş “acaba?”sorusuyla çelişir. Normal insanlarda görülmeyen bir dikkatle bakar çevresine, durumu tartar, konuşurken sözlerine de bulaşan babayani bir hali vardır. Çok vartalar atlatmış, gerçek bir hizmet adamı olarak elinden geleni yapmış, devletin sunağında kalbini çıkarıp milletin selametine adamıştır.
Mehmet Ağar böyle birisi. Milletvekili dokunulmazlığının zırhı, daha derinlerdeki bir başka zırhın üzerinde süs gibi duruyor. Kasım 1996’da Meclis Genel Kurulu’nda Susurluk Kazası’yla ilgili araştırma komisyonunun kurulması için yapılan oylamada “kabul” oyu kullanacak kadar rahat; Mart 1997’de mülkiye müfettişlerine “kayıp silahlar”ın hangi amaçla kullanılacağını bildiğini ve bu konuda Korkut Eken’e yazılı emir verdiğini, ancak konu “devlet sırrı” kapsamında olduğu için daha fazla açıklama yapmayacağını söyleyecek kadar pervasız. Arkasında bir tür devletin sarsılmaz bir kaya gibi durmakta olduğunu ima etmekten asla çekinmez.
“Derin devlet”in aslında “milletin iradesi” olduğunu söyleyen adam. “Her şey MGK”nın bilgisi dahilinde” sözü de ona ait. Kendisini eleştiren milletin temsilcilerine, “Bu hesaplaşma sürecek,” diye seslenmiştir.
Bahçelievler katliamına bir elbise askısıyla insan boğarak katkıda bulunan “İdi Amin” lakaplı Haluk Kırcı’nın düğününde gelinin nikâh şahidi! O sıralarda Erzurum valisi. Çiller’in Emniyet Genel Müdürü olarak “Türkiye’de işkence yoktur,” demesine daha bir yıl var. “1000 Operasyon” a imza atacağı günlerin henüz başında. Ankara Emniyet Müdürü’yken Semra Özal’a öylesine hizmet eder ki, adı “Papatya Bürokrat”a çıkar.
Susurluk’ta kamyona çarpan arabadaki silahlar ve kişiler için verdiği ilk demeç nasıl unutulabilir? “Silahları güvenlik güçlerine teslim etmeye götürüyorlardı,” demişti. Tipik polis tavrı; üst perdeden konuşunca herkesi inandıracağından emin.
Uyuşturucu kaçakçılığıyla suçlanan Yaşar Öz ile esrarengiz biçimde sırra kadem basan Tarık Ümit’e sahte yeşil pasaport vermiş miydi gerçekten? Çatlı’nın silah taşıma ruhsatındaki imza kime aitti? Peki ya Erol Evcil’in uçağını hangi amaçla kullanmıştı? Mesut Yılmaz bu uçak kullanma olayını açıklayınca, inkâr etmedi. Suç işlemek için çete kurmak, “taammüden adam öldürmeye azmettirmek”, “tehditle menfaat sağlamak” suçlarından hakkında bir kez idam ve 27 yıldan 44 yıla kadar hapis cezası istenen Erol Evcil’le nasıl bir ilişkisi vardı?
Genel Başkanı Tansu Çiller’in, devlet uğruna kurşun atanın da yiyenin de şerefli olduğunu “açık seçik” ifade etmesine rağmen, DYP’den neden istifa etmişti? Yoksa devletin belirlediği sınırları, kendi partisinin başını derde sokacak ölçüde aşmış mıydı? O sıralarda başının derde girmesi an meselesiydi. Nitekim İstanbul DGM Mahkemesi Savcılığı dava açmakta gecikmedi. “Cürüm işlemek için çete kurmak, tevkif müzekkeresi bulunan kişileri yetkili mercilere haber vermemek vb. suçlardan ötürü 6 yıldan 12 yıla kadar hapis cezasıyla tecziyesine…” Ama, hayır!.. Adalet’in çarklarına bir şey sıkışmıştı! Yargıtay kararı bozdu, DGM önce “görevsizlik” kararı verdi, sonra “yargılamanın durdurulması”na hükmetti ve Meclis Soruşturma Komisyonu “şahsın” Yüce Divan’a sevkine gerek olmadığı sonucuna vardı. Suç işlemek amacıyla teşekkül oluşturmamıştı. Peki ne yapmıştı? Hiçbir zaman anlaşılamadı.
Uğur Mumcu öldürüldüğünde taziyeye gider. Vefakârdır, duyarlıdır, hatta duygusaldır; cenazeleri, taziye fırsatlarını asla kaçırmaz. O sırada Emniyet Genel Müdürü’dür. Güldal Mumcu’ya, “Tuğlalar üst üste yığılıyor,” der, “bir duvar oluşuyor karşımızda.” Güldal Mumcu, “Çekin tuğlayı duvar yıkılsın; çekin ve kenara çekilin,” diye ısrar eder. Mehmet Ağar, üzgündür. “Ona kimse cesaret edemez,” diye karşılık verir. “Çok özür dilerim, bunu yapamam,” der. Sanki bir Shakespeare trajedisinden replikler! Ya da sanki Hegel’in fail ile kurbanı aynı çarkın içinde öğüten metafizik-mutlak devletinin iradesi ya da Hobbes’un Leviethan’ı karşısında çaresiz kalan bireyler konuşmaktadır.
1996’da Refah-Yol hükümetinin İçişleri Bakanlığı’ndan istifa ettiğinde teknesi hızla su almaya başlamıştı, fakat Elazığ halkı onu “bağrına bastı.” O zamana kadar hiçbir bağımsız milletvekili adayına nasip olmayan sayıda oy alarak (68 540) yeniden milletvekili oldu.
2002 seçimlerinden sonra onu DYP Genel Başkanlığı’na hangi dinamikler taşıdı? Demirel’in katkısı oldu mu, parti kulislerinde neler konuşuldu? İsmet Sezgin’in büyük bir tantanayla Demokrat Türkiye Partisi’nin başına geçirdiği, daha sonra DYP’ye giren, parlak diplomat Mehmet Ali Bayar’ı, Reha Çamuroğlu’yla birlikte önce Genel Başkan Yardımcısı yaptı, daha sonra bir biçimde istifa etmelerini sağladı. DYP’nin iki il başkanı durumu şu sözlerle özetlediler: “Kuruluşu, varlığı, oluşumu, sivil ve demokrat olan partinin başına … derin devlet şapkası taşıyan Mehmet Ağar’ın gelmesiyle DYP’ye misyonuna uymayan bir şapka giydirilmiştir” (Radikal, 12 Mayıs 2005).
Acıklı sözler! Ama il başkanları yanılıyorlardı. Tam tersine, Mehmet Ağar partinin başında eğreti duran yenilikçi şapkayı geleneksel DP-AP-DYP şapkasıyla değiştirmiş, bu kez Menderes-Demirel geleneğini omuzlamıştı. O artık geleneksel merkez sağ çizginin temsilcisiydi.
Doğrusu medyayı iyi kullanıyor, her daim gündemin bir yerinden dalış yapabiliyor, ekranlardan eksik olmuyordu. Herkese elini uzatıyordu. Şemdinli’de zorlanan polis memuru, silahlı çatışma sırasında onu cepten arayarak, “Amirim bize yardım gönder,” diyebiliyordu mesela.
Siyasal konumunu büyük bir dikkatle oluşturdu. Kıbrıs, AB, laiklik gibi kritik konularda hep düşük profil verdi; MHP ve ulusalcı çizgiyle arasındaki uzak mesafeyi koruyarak AKP’nin yörüngesinde yeni bir söylem yaratmaya çalıştı. Türban üniversitelerde serbest bırakılmalıydı; memlekette irtica tehlikesi yoktu ve bu konunun sık sık gündeme getirilmesi yanlıştı. Halkın muhafazakâr değerleri her şeyin üstündeydi.
Onun rakibi muhalefet partileri değil iktidar partisiydi. Başa güreşiyordu. Aslında ilk seçimlerde AKP’nin koalisyon ortağı olmaya hazırlanıyor gibiydi; CHP’nin söylemi MHP’ninkine yaklaştıkça bu yöndeki çıkışlarının frekansında bir artış görüldü.
Ama yine de eksik bir şeyler vardı. Mesela Demirel’in kıvrak zekâsından beslenen o muhteşem ve şaşırtıcı hamaseti yeterince taklit edemiyordu. Tren kazası olduğunda, “Raydan çıkan tren değil, hükümettir”; kar yağıp köy yolları kapandığında, “Kar altında kalan köyler değil, hükümettir”; bütçe açık verdiğinde, “Açık veren bütçe değil, hükümettir”; ekonomi sallandığında, “duvara çarpan ekonomi değil, hükümettir” gibi sözler söylüyor ve bu renksiz söylemin zamanla kabak tadı vereceği hissediliyordu.
Ona sadece vatan sathında değil, uluslararası alanda da güç kazandıracak büyük bir siyaset gerekiyordu aslında. Bu öyle bir siyaset olmalıydı ki, AKP’nin tek başına çözemeyeceği bir sorunun üstesinden gelebilecek tek kişinin Mehmet Ağar olduğunu herkes açıkça görmeliydi.
Polislik, milletvekilliği, bakanlık yapmış, devletin bütün koridorlarında, salonlarında ve dehlizlerinde uzun zaman dolaşmış biri olarak Türkiye’de iktidara giden yolun Washington’dan geçtiğini gayet iyi biliyordu. Soğuk Savaş döneminde de böyleydi. Fakat özellikle Büyük Ortadoğu Projesi’nin harita değişikliklerini gerektirdiği bir dönemde ABD’nin desteği olmadan Türkiye’de iktidar olmak kesinlikle imkânsızdı. Basının desteğini almak bile ABD’nin sempatisini gerektiriyordu. Mehmet Ağar, en azından AKP’nin seyir defterini bu açıdan incelemiş olmalıydı. Şiir okuduğu için cezaevine konulan bir adamın ABD konsolosu tarafından nasıl ziyaret edildiğini, daha milletvekili olmamış parti başkanının Oval Ofis’te nasıl ağırlandığını görmüştü.
Fakat bütün bunlar, AKP siyasetini biraz yaralamış ve partiyi fazla Amerikancı göstermişti. Üstelik Amerika aldığı hizmetten de memnun kalmamıştı, çünkü Türkiye’deki muhatabı “at pazarlığı” yapıyor ve 1 Mart Tezkeresi’nin gösterdiği gibi en kritik anda verdiği sözden cayıveriyordu. Bol keseden vaatlerde bulunmayı gerektiren taşra politikacılığı ABD’nin küresel siyasetine ve Anglo-Sakson “emperyal etik” anlayışına uygun değildi. Ne var ki Türkiye’de AKP’ye alternatif güvenilir bir siyasal müttefik de görülmüyordu. CHP ve MHP ulusalcı bir çizgi izliyorlardı. Öteki alternatifler pek güçsüzdü ve ABD’nin yeni bir alternatif yaratacak zamanı yoktu.
İşte bu ahval ve şerait içinde Mehmet Ağar en uzak noktadan ve hedef şaşırtan bir atış yaparak işe başladı; gazete manşetlerine geçen şu sözlerle yeni siyasetinin ilk adımını attı: “Türkiye’de siyasi koz bekleyip ABD’den icazet bekleyen adamın siyasette bir saniye yeri olamaz; genel seçimler bitene kadar Amerika’ya gitmeyeceğim” (Yeni Asya, 21.09.2006)
Buna, askeri literatürde “dolaylı tutum”, sokak dilinde ise “sol gösterip sağ vurmak” denir. Mehmet Ağar, bu sis bombasının ardından Kürt sorununu çözebilecek tek adam olarak ortaya çıktı. Aslında söyledikleri, General Ralston dolayımıyla ABD’nin, Barzani ve Talabani’nin, hatta PKK’nın taleplerinin biraz karışık biçimde ifade edilmesinden ibaretti. PKK dağda silahla dolaşacağına düz ovada siyaset yapmalıydı. Ovadan dağa adam devşiren mekanizmaya çomak sokacaktı, Mehmet Ağar. Öyle bir iş yapacaktı ki, Yozgat ile Musul’un kaderi birleşecekti. Ortaya yeni haritalar çıkıyordu. Bunlara kayıtsız kalmak mümkün değildi. Haber Türk’te yaptığı söyleşide (13.11.2006), “Bu meselenin üstesinden geliriz,” diyordu. “Yeni acılar yaşanmasın. ABD’deki haritalar acıları artırır, ama haritaları küçültmeye kalkarlarsa biz büyütmesini de biliriz”.
Haritayı küçültmeyi değil, büyütmeyi düşünüyor. Nitekim Hürriyet gazetesine (17.11.2006) verdiği mülakatta da, “Türk subayının kafasının dörtte üçü Atatürk, dörtte biri Enver Paşa olmalıdır,” diyor. En yükseğe çıkmayı ve en fazlasını almak istiyor. O bir maksimalist! Hafiften Teşkilatı Mahsusa, fakat onlardan farklı olarak, arkasında bir Gladyo gölgesiyle dolaşıyor. Kürt sorununu ancak o çözebilir.
Büyük basın bu ani hamleyi heyecanla karşıladı; zira en radikal adımları ancak en şahin olanlar atabilirdi. Ayrıca o bir kahramandı, çete falan kurmamış sadece kahramanlık yapmıştı. Üstelik PKK’yla en fazla mücadele etmiş adamdı. “Konunun temelinde bizimle hemfikirdir,” diyerek Korkut Eken’i bile, PKK’nın düz ovada siyaset yapma işine razı ettiğini söylüyordu. Onu bile razı ettiğine göre…
Zamanlamaya bakınız: Başbakan “alt kimlik,” “üst kimlik,” “anayasal yurttaşlık” falan diyerek ortalığı karıştırmış, bizzat yarattığı bataklığın içinde debelenmekte. Söyleyecek lafı kalmamış. Güneydoğu’dan her gün tabutlar geliyor, kitleler öfkeyle dalgalanıyor. Hükümet Talabani’yi araya sokup PKK’ya ateşkes ilân ettiriyor. Derken ABD işe müdahil oluyor, General Ralston’u gönderiyor. Askerler, “tek militan kalmayana kadar” diyerek süreci kilitliyorlar. İşte tam bu noktada Mehmet Ağar, hem hükümete el uzatıyor, hem de kilidi açacak adam olarak ortaya çıkıyor.
Hükümet kendisine uzatılan ele çaresiz yapışıyor. Abdullah Gül şöyle diyor: “Sayın Ağar … güvenlik konularında tecrübeli bir isimdir. Sözlerini dikkatle değerlendirmek lazım. Ben dikkatle izliyorum” (Sabah, 16.10.2006). PKK da, biraz şaşkın olmakla birlikte, desteğini esirgemiyor. Duran Kalkan, Yeni Özgür Gündem’de (30.11.2006) “Ağar’a değer biçiyoruz,” diyor. “PKK’ye karşı en çok savaşan, Türkiye devletini en çok cepheden savaşarak koruyan bir kişi” olarak Ağar’ın gerçekleri gördüğünü söylüyor ve onu Deniz Baykal’a örnek gösteriyor.
Tek itiraz Genel Kurmay Başkanı’ndan geliyor. Acaba neden? Acaba Ağar, uzun vadeye bırakılmış bir kozu kendisine mal ettiği için mi ona kızıyorlar; yoksa bu çıkışıyla ABD’yle muhtemelen kapalı biçimde sürdürülen pazarlıklarda TSK’nın konumunu mu zayıflattı? Yoksa TSK gerçekten ABD’ye karşı konumlanmaya mı çalışıyor? Bilemiyoruz.
Ağar, askerlerin “o zat” diyerek yaptıkları çıkışa aldırmadı. O, “polisin genel kurmay başkanı” idi. “Yediğim pekmez, gittiğim Antep” diye karşılık verdi (Milliyet, 14. 10.2006) ve sizin gibi paşaları cephede görmek isteriz, meâlinde sözler sarf etti: “Kodu mu oturtan paşa cephede olur.”
Bu siyaseti Mehmet Ağar’ın tek başına oluşturduğu düşünülemez. Nitekim kendisi de sağ ve sol radikal/liberal aydınlarla birlikte çalıştığını pek çok kez söyledi. Bu değerli aydınların isimlerini henüz bilmiyoruz, ancak yakında birer ikişer ortaya çıkacaklarından eminiz. Doğal olarak, Fetullah Hoca Efendi Hazretleri’nin de böylesine mümtaz bir devlet adamının böylesine Amerikancı siyasetine destek vermemesi, kendi çizgisiyle böylesine aleni bir çakışmaya kayıtsız kalması düşünülemez. Acaba ABD, Fetullah’ın nereye yatıracağını pek bilemediği servetini seçimlerden sonra AKP’yi denetleyecek ve takviye edecek bir payanda için kullanmaya mı karar verdi? AKP’nin ürkekliğini erkekliğe çevirecek yeni bir koalisyon ortağı mı hazırlanıyor? Bilemiyoruz.
Peki neyi biliyoruz?
Şunu biliyoruz: ABD, Irak’ta kurulan Kürdistan’ın yakın gelecekte sınırlarını Türkiye’nin Güneydoğu bölgesini de kapsayacak şekilde genişletmesini ve Irak’la değil Türkiye’yle federatif bir yapı içinde birleşmesini istiyor. Türkiye bu yapıyı diğer bölge devletlerine karşı korumakla görevlendiriliyor. Aslında bu, Türkiye’yi tarihsel bir merkezi ulus-devlet olmaktan çıkararak özerk eyaletlerden oluşmuş etnik-federatif bir devlete, TSK’yı da bölge odaklı bir asayiş gücüne dönüştürme projesinin bir parçasıdır. AKP’nin utangaç bir tutumla, kıyısından köşesinden bulaşmaya çalıştığı, Mehmet Ağar’ın ise bodoslamasına içine dalarak siyasetini kotarmaya başladığı bu proje bir Amerikan imâlatıdır.
Tabii siyasetin zemini kaygandır ve ABD asla tek bir ata oynamaz. Amerikan tarihinin çöplüğü, Manuel Noriega ya da Pablo Escobar gibi kullanıldıktan sonra atılmış oyuncak bebeklerin ölüsüyle doludur. Dolayısıyla ABD’nin bu kez de bütün yumurtaları tek bir sepete koymadığını düşünmek için pek çok sebep vardır. Ancak Mehmet Ağar’ın bu riskli çıkışıyla bütün yumurtaları Amerikan sepetine, bazılarını kırma pahasına bıraktığı kuşku götürmez. Gene de ABD’nin bölge siyasetlerini uygulayabilecek tek aday olarak podyumlara çıktığı kesindir.
Kürt meselesinin BOP ölçülerinde çözülmesini isteyen herkes artık onun arkasında saf tutacak. O bir kahraman! Memleketin dağını taşını dolaşıyor, Yozgat ile Musul’un kaderini birleştiriyor. RED, 19. 11. 2006