
Yavuz Alogan
Geçiş dönemlerinde kavramlar değişir. Bir önceki dönemin kavramları mevcut konjonktürün imkân verdiği taleplere uyarlanır. Bu arada tarafların stratejileri ilk bakışta kavram kargaşası gibi görünen şeyin ardında işlemeye devam eder, değişmez. Yani öyle bir kavramsal çerçeve kurarlar ki hem önceki kavramlarla çelişmez, hem benimsedikleri stratejiye hizmet eder, hem de yeni gibi görünür. Geçiş dönemlerinin bir özelliği de budur.
Abdullah Öcalan’ın son talebi, daha doğrusu taleplerinin son hâli tam da bunu yansıtıyor. Demokratik özerklik, demokratik konfederalizm, demokratik ulus (üniter ulus-devlete karşı çok kimlikli, çok dilli toplumsal birlik), demokratik entegrasyon, demokratik modernite (?) gibi kavramları dışlamıyor ve nihai stratejinin (bağımsız birleşik Kürdistan) Türkiye ayağında “Kürt olgusu” için bir ilerlemeyi temsil ediyor.
Şöyle diyor: “Kürt olgusunun tüm boyutlarıyla Cumhuriyetin yasallığına dâhil edilmesi [gerekir] ve bunun için güçlü bir geçiş süreci temel alınmalıdır. Bütünsel bir olgu olarak yasallığa geçiş, Demokratik Cumhuriyetin hukuksal temellerini sağlamlaştıracaktır.”
Gayet güzel formüllendirmiş. Kendi açısından sorun yok. Ancak esas sorun şu ki mevcut Cumhuriyet’in Kürt olgusunu dâhil edebileceği yasallığı kalmadı, tükendi. Bir cumhuriyetin yasallığa sahip olabilmesi için, önce hukuki temellerinin (anayasa, yasalar ve bunlara uygun kurumlar), sonra meşruiyetinin (halk egemenliği, ulusal irade, yasalarla güvence altına alınmış özgürlükler) olması gerekir. Bunlar yoksa ya da ağır biçimde sakatlanmışsa nereye dâhil olacaksın? Cumhuriyet’e değil ancak Saray’a dâhil olabilirsin.
Saray Devleti’nin anayasası yok, yasalara uymuyor, Cumhuriyet’in bütün kurumlarını kapatmış ya da bozarak kendisine bağlamış, halkın egemenliğini çiğneyerek hanedan kurmaya çalışıyor, ulusal iradeye uymak şöyle dursun Cumhuriyetin varlığını, milletin kimliğini bile sorguluyor. Anayasa’nın 2. Maddesi (Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir) kâğıt üzerinde öylece duruyor. Milleti ümmet olarak tanımlamış, yarısını dışlamış, halkı bölmüş. “Kürt olgusu” böyle bir Cumhuriyet’in hangi yasallığına dâhil olacak?
Şu sonuç çıkıyor: birlikte bir yasallık kuralım; iki ortaklı, iki resmî dilli, her kademede eş yönetimli (Kürt ve Türk) bir cumhuriyet inşa edelim, mümkünse Suriye’deki SDG’yi de katalım. Anlaşamazsak, ayrılırız. Öcalan aslında bunu deniyor.
Talebin esas sahibini biliyoruz: ABD. Peki talebin muhatabı kim? Saray. Halka gidilsin, seçimle bir Kurucu Meclis oluşturulsun, toplumsal bir mutabakata varılsın, bir Toplum Sözleşmesi’yle, yeni bir anayasayla yeni bir cumhuriyet kurulsun, halk nezdinde meşruiyet kazanılsın demiyorlar. DEM’in hiçbir demecinde buna benzer bir anlayış yok. Son tahlilde “komisyon” altyapıyı hazırlasın, iki Reis baş başa verip bu işi halletsin, diyorlar.
Burası o kadar basit bir ülke mi?
Kasrı Kanco’nun feodal ağası Ahmet Türk “Çözüm süreci, Cumhurbaşkanı Erdoğan desteklediği için ilerliyor, ahenk içinde çalışan bir devlet ve iktidar var,” diyor. Sayın Reis’in Mustafa Kemal gibi olduğunu, devletin bütün kurumlarında etkin güce sahip olduğunu sanki bir imkân elde edilmiş gibi söylüyor (Sabah, 03.11.25). Ve bütün bunları zerre kadar utanmadan, gayet “demokratik-tik biçimde” söylüyor.
Sürekli ya da dönemsel olarak yıllarca ayrılıkçı etnik Kürt partilerinin arkasına takılan, onlara demokratik-tiklik, hatta bir tür sosyalistlik atfederek kendine yer açmaya çalışan sosyalistlerin, Saray’ın kurduğu AKP-MHP-DEM/PKK ittifakından kendileri için çıkarmaları gereken çok büyük dersler var.
Neyse, konusu dağıtmayalım.
Öteki tarafa, yani Saray tarafına gelince, her zamanki gibi, sebep olduğu ya da bizzat başlattığı krizden kendi stratejisi (nihai hedefi) doğrultusunda azami mesafe almak için yararlanmaya çalışıyor. Kürtlerin yanına, üçüncü kurucu ortak olarak Arapları da katıp Erdoğan Hanedanlığı altında bir “anasır-ı İslâm Cumhuriyeti” kurmaya, bunu yaparken de Suriye-Türkiye valisi Tom Barrack’ın Hazar Denizi’nden Akdeniz’e kadar göreceğimizi söylediği, “göreceksiniz!” dediği “hizalanma”ya uyum sağlamaya çalışıyor. Muhtemelen sürekli anketlerle halkın nabzını tutuyor, ana muhalefet partisini suç örgütüne dönüştürerek oy tabanını genişleteceğini sanıyor.
Saray “Çözüm Süreci”nin mayınlı arazisine asla girmiyor. Mayın temizleme ve ileri gözetleme görevi Devlet Bahçeli ile Numan Kurtulmuş’a verilmiş, yolu açmaya, daha doğrusu yön bulmaya çalışıyorlar.
Biri hariç TBMM’deki bütün partilerin yer aldığı “Komisyon” ise tedirgin. İmralı’yı ziyaret konusunda karar veremiyor. Yaptığı işin Devlet katında bile ne kadar kabul gördüğünü bilemiyor ve elbette halkın tepkisinden çekiniyor. Nitekim Numan Kurtulmuş, “kıyıda köşede bekleyen bazı çakalların provokasyon” hazırladığını ima etti. Güvence istiyor: “Millî Güvenlik Kurulu, PKK’nın artık bir silahlı örgüt olmaktan çıktığı yönünde bir karar alırsa bu meselenin hukuki zeminini tahkim etmiş olur.”
Cürüm ne kadar büyükse failler de o kadar çok olmalı ki işler kötüye giderse kabak birkaç kişinin başına patlamasın ve en önemlisi TBMM’nin meşruiyeti sorgulanmasın.
Bu arada merkez ve muhalif medyanın -nedense- görmezden geldiği çok önemli bir çıkış oldu. Millî Savunma Üniversitesi Rektörü, başıbozuk paşası (sivil korgeneral) tarihçi Prof. Dr. Erhan Afyoncu iki ay önce çözüm sürecine ve söylemine cepheden taarruz ederek şöyle dedi: “Kürtçülüğün önüne geçilmeli. Terörün altyapısını hazırlayan bu fikir ve yoldaşlarıdır. Devletin zeminine dinamit konmak isteniyor. Acil müdahale edilmeli. Türkiyeli diye bir şey olmaz. Biz Türk’üz.” Geçmişte de “Rum yok, Bulgar yok, Türk yok; hepimiz Osmanlıyız” anlayışının tutmadığını hatırlatan Afyoncu, benzer kimlik projelerinin bugün de başarılı olamayacağını söyledi (Türkİnform, 17.10.25). Doğru söze ne denir!
Sorunun tarihsel derinliği var. Saray’ın ve Öcalan’ın dışarının zorlamasına denk düşen fantezilerini kabul edecek, alkışlayacak bir millet ise yok! Halkımız muhafazakârdır fakat son yüzyılın en düşük hayat kalitesini yaşatan, insanları aç bırakan, üstelik ülkenin millî kimliğini sorgulayan, ne yapacağını bilemeyen ve yönetemeyen, sadece kendi etrafını ve efradını zenginleştiren bir siyasî partiye oy vermez. Geçmişte bunu defalarca kanıtladı.
Netice olarak Saray’ın altından kalkamayacağı bir girişime tutsak olduğunu, dışarıdan itilerek belirsizliklerle dolu, çok tehlikeli bir sürece girdiğini, “Kürt olgusu”nun ise iyice şımararak ve cesaret kazanarak el yükseltmekte olduğunu, her aşamada daha fazlasını istediğini, Bahçeli’nin “Maksimalist talepler” dediği şeyin ülkeye giderek musallat olduğunu; üstelik bunun, tam da servet transferinin yol açtığı toplumsal bunalımın sahici bir ekonomik krize dönüşmekte olduğu, halkın beslenme ve barınma ihtiyaçlarını karşılayamadığı bir sırada gerçekleştiğini anlıyoruz. Alexis de Tocqueville’in (1805-1859) Fransız Devrimi’ni incelerken söylediği şu evrensel sözü bir kez daha şuraya yazalım: “Kötü bir hükümet için en tehlikeli an genellikle reform yapmaya başladığı andır.” Neredeyse bütün devrimlerin başlama vuruşu bu sözde saklıdır. Veryansın, 09. 11. 2025

