ABD Yeniliyor mu?

Yavuz Alogan

         Savaşa giren  bir devlet sisteminin en önemli silahı

psikolojik yönlendirmedir. Bunu iki amaçla, hem kendi gerçek niyetlerini gizleyerek savaştığı güçleri yanıltmak için, hem de kendi kamuoyuna savaşın maliyetlerini kabul ettirmek için yapar. ABD’nin dünya medyasının  büyük bir bölümünü, yanında olan olmayan, hatta en sert eleştirilerde bulunan basın yayın organlarını bile bu yönde kullanmaya çalıştığı açıktır.

         ABD propaganda mekanizmasının şu son aylarda ürettiği ve bütün dünyaya  kabul ettirmeye çalıştığı en büyük yalan, Irak’taki ABD Silahlı Kuvvetleri’nin (Koalisyon Güçleri) yenilmekte olduğu, tıpkı Vietnam’daki gibi bir batağın içine sürüklendiği ve geri çekilmek zorunda kalabileceği yalanıdır.  İsrail de, baş koruyucusunu ve destekçisini taklit ederek, hem kendi kamuoyunu hem de bütün dünyayı yanıltmaya çalışmış, Güney Lübnan’a düzenlediği askeri seferin yenilgiyle değilse de istenmeyen bir geri çekilmeyle sonuçlandığına dair haber/bilgi yaymaya çalışmış, hatta   kendi istihbarat servislerinin internet sitelerinde bu yönde çözümlemelere yer vermiştir.

Yeni İşgal Konsepti: Kaos Siyaseti

         Silah teknolojisinin bugünkü düzeyi “askeri işgal” konseptini değiştirmiştir. Eskiden, söz gelimi iki dünya savaşı sırasında ya da daha önceki dönemlerde bir ordu bir ülkeyi işgal ettiği zaman,  üzerinde çeşitli yerleşim bölgeleri olan geniş bir kara parçasını askeri ve idari olarak tam bir denetim altında tutmak zorunda kalıyordu. İşgal edilen ülkenin idari yapısı ve bütün kamu hizmetleri işgalci gücün  seçtiği ve denetlediği kişiler tarafından  oluşturuluyor ve sürdürülüyordu. İşgalci, toplumsal hayatın her alanında boy gösteriyor; insanları, işbirlikçi olanlar, işbirlikçiymiş gibi davrananlar ve direniş gösterenler olmak üzere üç  kategori halinde değerlendiriyordu. Bu uygulama, işgal edilen bölgelerin niteliğine göre çok sayıda askeri, ulaşım aracını, geniş bir istihbarat ağını ve büyük parasal kaynakları gerektiriyordu.

         Savaş teknolojisinin gelişmesi (uzun menzilli,  güdümlü savaş sistemleri, ileri iletişim teknolojisi ve savaş alanlarını ve/ya da çatışma bölgelerini gerçek zamanlı izleme imkânı) “işgal” kavramını önemli ölçüde değiştirdi. Ayrıca günümüzde emperyalist iktisadi ve stratejik çıkarları ideolojik örtülerle gizlemek  de gerekmiyor. Söz gelimi, bütün dünya ABD’nin Ortadoğu’daki askeri  harekâtlarının, bölgeye demokrasi getirmek, Evangelist bir  haçlı seferiyle İslam’ı kutsal topraklarda yenilgiye uğratarak dünyayı Mesih’in gelişine hazırlamak için değil,  petrol kaynaklarını ve enerji yollarını tam bir denetim altına almak, Çin’in  ve Rusya’nın  karşısında mevzilenerek  yeni emperyal güçlerin gelişimini sınırlamak  için yapıldığını biliyor.   

         ABD, Irak’ı işgal ettikten sonra bilinçli bir kaos siyaseti izledi,  eski devlet sistemini yeni işbirlikçiler aracılığıyla devralarak toplumsal düzeni sağlamak yerine, Baas ideolojisine sahip Irak ulus-devletini bilinçli olarak etnik  ve mezhebi gruplara böldü ve bu grupları birbirine karşı kışkırtarak bir iç savaş ortamı yarattı.

Bu arada Irak’ın zaten bir ulus-devlet olmadığı, Baas hareketinin ABD emperyalizminin bölgedeki uzantısı olduğu yolunda haberler ve yorumlar bütün dünyaya yayıldı. Aslında bu da bir yalandı.  Baas hareketi, bütün etnik ve mezhebi ayrımların ötesinde laik ve ulusçu bir akım yaratmıştır.  Bu akımın kurucusu olan Mişel Eflak (1910-1989) Hıristiyan bir  Arap ulusçusuydu. En genel hatlarıyla bu ulusçuluğun Türkiye’deki Kemalizm’den ya da Latin Amerika’daki  Bolivarcılıktan farkı yoktur. Baasçılar bütün Arapları kapsayan tek bir ulus-devletin kurulmasını istiyorlardı. Buna göre  emperyalist ülkelerin çizdiği sınırlar geçersizdi, tek bir Arap ulusu vardı ve bu ulus birleşik bir devlet içinde yaşama ve  kendi kaynaklarıyla kalkınma hakkına sahipti.

         Emperyalizm bu ideolojiye her zaman karşı çıkmıştır. Geçmişte   yaşanan Süveyş Krizi (1956), Cemal Abdülnasır’ın Assuan Barajı’nı inşa edip toplumsal reformlar yapmaya çalışması; 1951’de  Musaddık’ın  önderliğinde kurulan Ulusal Cephe’nin İran petrolünü ulusallaştırması  ve daha pek çok olay emperyalizmin ulusalcı akımların karşısında yer almasını kendi açısından bir zorunluluk haline getirdi. Soğuk Savaş döneminde SSCB bu akımları her zaman desteklemiştir.

         Saddam Hüseyin bu Arap ulusçusu Baas akımının  son halkasıydı. Evet, bütün Arapların hamisi olarak Farısilere karşı savaşırken çıkarları Batı’nın çıkarlarıyla örtüştü; ancak Irak Baas hareketi bütün Arapları birleştirme perspektifini asla kaybetmemiştir. Laik bir harekettir; batılı/tarihsel  anlamda ve olanca vahşetiyle  modernisttir.  Arapların tek bir ulus olduğunu, kendi kaynaklarına sahip çıkmaları gerektiğini her zaman savunmuştur. Kuveyt’i, Suudi Arabistan’ı, Mısır’ı ve diğerlerini, mezhebi ayrımların üzerinde tek bir ulus olarak birleştirmek istemiştir.  Batılı yorumcuların  bu ülkeye “Ortadoğu’nun Prusyası” adını takmaları rastlantı değildir.  Saddam Hüseyin bu yaklaşımı idama giderken bile savunmuş, üç şey söylemiştir: Farısilere güvenmeyin; mezhebi olarak bölünmeyin, birleşin; ve Filistin Araptır.

         Özetle, bugünün emperyalizmi ulusçuluğa karşıdır ve bütün Ortadoğu bölgesinde (evet, tamamında!) ulus devletlerin parçalanmasını, mevcut ulusların birbirine düşman mezhebi ve etnik kimliklere bölünmesini ve iç çatışmalarla insanlıktan çıkmasını, bütün fikri ve maddi gücünü kaybetmesini amaçlamaktadır. Ulus-devletlerin  ve ulusal akımların ötesinde güçsüz etnik ve mezhebi devletçiklerin oluşması emperyalizmin bölgede uyguladığı makro siyasetin bir gereğidir. ABD’nin uyguladığı askeri doktrin ve kullandığı silah sistemleri Soğuk Savaş’tan sonra yeniden yapılandırılarak bu amaca uygun biçimde dönüştürülmüştür.

21. Asrın Ortaçağ Kaleleri

         ABD bütün Irak düzenli ordusunu, tankıyla, topuyla uçağıyla yok etti.  Devlet’in bütün organlarını dağıttı, Celal Talabani gibi Irak’ın tamamını   temsil etmesi mümkün olmayan bir aşiret reisini Cumhurbaşkanı yaptı; İyad Allavi gibi mezhebi bir unsurun, her konuda  kendisine boyun eğmese de, Başbakan olmasını sağladı. Ulus-devlet böylece ortadan kalktı; Kürtler, Şiiler ve Sünniler arasında yüzyıllardır süren kinler canlandırıldı, bu güçlerin silahlanmasına izin verildi. Irak’ta her türlü silah serbest, hatta ABD mikro konjonktüre göre mezhebi ve etnik grupları silahlandırıyor, en azından silahlanmalarına göz yumuyor. Irak’ta her gün patlayan bombaların fabrikası mı var? ABD,  devleti parçaladı, halkı silahlandırdı ve  iç savaşı adım adım örgütledi.

         Ama bu arada ABD, Irak bölgesinde 100 adet askeri üs kurdu. 14 adet yeni askeri üs inşa ediyor.  Kuzey’de, Güney’de ve Merkez’de olmak üzere üç büyük askeri üs sayesinde bölgenin tamamındaki petrol alanlarını ve  enerji-nakil hatlarını denetim altında tutuyor. Bu üslerin bulunduğu bölgeler  askeri bakımdan tahkim edilmiş durumda ve Ortaçağ’da kurulan askeri kale ya da   şato sistemlerinin  21. asra uyarlanmış yeni bir biçimini oluşturuyor. Birbirini katleden mezhebi ve etnik grupların bu üslere ve  petrol-denetim merkezlerine taarruz ederek buraları ele geçirmeleri mümkün değil. Bu noktalar havadan, karadan ve denizden füze sistemleriyle korunuyor. Bir ülkenin en   stratejik noktalarını işgal ederek dokunulmaz hale getiriyorlar ve halkı silahlandırarak birbirine  düşürüyorlar. Bu arada, silahlı grupların birbiriyle savaşarak elde edebilecekleri hiçbir stratejik netice yok, ancak işgalcinin çıkarlarına doğrudan zarar vermediği sürece istediklerini yapmakta serbestler; mesela, isterlerse bir şeriat devleti kurabilirler, ya da bir bölgede proletarya diktatörlüğü  ilân edebilirler, kendi aralarında sürekli savaşabilirler vb. Ortaçağ’ın  askeri  kaleleriyle aynı işlevi gören ABD üsleri, 11 Eylül’den sonra kısa süre içinde Ortadoğu’dan Asya’ya, Kızıldeniz’den Pasifik’e kadar  uzanan geniş bir alana yayıldı. ABD  bu üslerden vazgeçebilir mi?  

         Evet ABD asker kaybediyor ve bu durum kendi ülkesinin içinde huzursuzluğa yol açıyor. Savaş nedeniyle ölen 650 000   bölge insanına karşılık 3000 civarında  ABD askeri öldü. Şimdi ABD sıcak bölgelerdeki, esas olarak Sünni üçgeni denilen yerdeki çatışmalara Peşmerge’yi sürmeye başladı. Suudi Arabistan ordusu bu tür çatışmalar için hazırlanıyor.  Müslüman Kardeşler’le başı belada olan Mısır yönetimi, ABD bölgeyi terk edecek diye korkuyor. Üstelik bölgedeki en büyük NATO ordusu da yavaş yavaş mevziye sokuluyor. Şu anda 240 000 kişilik bir kuvvet Türkiye’nin Irak sınırında bekliyor. Bu kuvvetin PKK için ya da ABD’nin inisiyatifi dışında orada tutulduğunu söylemek  gerçekçi olmaz.

“Vietnam Sendromu”

         ABD kaynakları, hatta yetkilileri bile, Vietnam Savaşı ile Ortadoğu’da süren çatışmalar arasında  benzerlikler bulmaya başladılar. Bush, Irak seferinden bu yana, “Zafer kazandık” sözlerini sürekli tekrarladı. Irak’ta kitle imha silahları bulamamışlardı, ama Irak’ı “özgürleştirmişler” ve “zafer” kazanmışlardı. En son Savaş Planı da “zafer stratejisi” olarak adlandırıldı. Demokratlar’ın Temsilciler Meclisi’ni ele geçirmeleri üzerine  “Vietnam sendromu” yeniden canlandırıldı ve “zafer” beklentileri yükseltildi.  “Zafer” kazanılamazsa, Vietnam yenilgisine benzer bir durum ortaya çıkacak ve Condoleezza Rice’ın sözleriyle, “Kürtler ile Türkler savaşacaklar,” İran Irak’ın güneyine hâkim olacak ve büyük bir kaos yaşanacaktı. “Vietnam sendromu”nun bu yeni versiyonu bütün dünyayı korkutmayı amaçlıyor ve savaş alanını genişletmenin gerekçesi olarak kullanılıyor. Bu da bir yalan.

Bir kere, ABD Vietnam Savaşı’nı askeri olarak değil, siyaseten ve özellikle de kendi ülkesinde kaybetti.  Ünlü Tet Saldırısı’nın (31 Ocak 1968) askeri/stratejik bir başarı olmadığı bugün biliniyor. Bu, savaş tarihinin kaydettiği en cesur saldırılardan biriydi ve Amerikan güçlerine çok ağır bir darbe indirdi, ancak savaşın kaderini tayin eden bir saldırı değildi. TET saldırısı sırasında 50 000’den fazla gerilla öldü (ABD ve  Güney Vietnam’ın kaybı 6000 kadardı) ve Vietkong gerillası komuta kademesinin büyük bir bölümünü kaybetti. Birkaç gün içinde işgal ettikleri yerleri bırakmak zorunda kaldılar ve bir savaş gücü olarak marjinalleşerek  kuzeye çekildiler.  Ancak bu bir dönüm noktası oldu, çünkü Tet saldırısıyla eşzamanlı olarak ABD askerlerinin My Lai kasabasında yaptıkları katliam açığa çıktı. Adam Silverman ve Kristin Hill’in, My Lai Katliamı: Bir Amerikan Trajedisi adlı kitabı bardağı taşıran son damla oldu ve Amerikan kamuoyunu  neredeyse topyekûn savaş karşıtlarının saflarına geçirdi.

         1960’ların dünyası ulusal kurtuluş hareketlerinin yükseldiği, öğrencilerin ayaklandığı, devrim umutlarının canlı olduğu bir dünya idi.  ABD, Tet darbesinin ardından gelen My Lai katliamı suçlamalarının üstesinden gelemeyerek çekilmek zorunda kaldı. Devam etseydi, kendi ülkesinde büyük bir ayaklanmayla karşılaşacak, üstelik SSCB ve ÇHC ile nükleer savaş riskini göze almak zorunda kalacaktı. Bugünün dünyasında çok daha caniyane olan ABD saldırılarına karşı 1960’lı yıllardaki gibi kitlesel ve siyasal bir tepki görülmüyor. ABD’nin karşısında, o dönemdeki  ÇHC ve SSCB  gibi farklı  bloklar ya da Bağlantısızlar Hareketi gibi bir güç, ulusal kurtuluş hareketleri gibi bağımsız ve örgütlü güçler bulunmuyor. Bunların o dönemdeki etkisi, bugünkü Şanghay İşbirliği Örgütü gibi oluşumlarla kıyaslanamaz. Çin tamamen savunmaya çekilmiş gibi, BM zemininde bile sesi çıkmıyor. Rusya  Avrupa’yla işbirliğini artırarak kendi imperiumunu korumaya, ABD’ye daha fazla mevzi kaptırmamaya çalışıyor.

         Üstelik ABD   Hindistan’la bir nükleer işbirliği anlaşması imzalayarak Çin ile Rusya’nın arasına bir kama sokmuş oldu. Hindistan’ın da Şanghay İşbirliği Örgütü’ne girmesinin tartışıldığı bir sırada yapılan ve ABD açısından tam bir çifte standart oluşturan bu anlaşma,  Hindistan’ın 14 sivil nükleer tesisinin denetlenmesini, ancak   askeri amaçlı 8 nükleer sisteminin denetim dışı kalmasını öngörüyor. Yapılan anlaşmaya göre, Hindistan ABD’den nükleer teknoloji ve nükleer yakıt temin edecek. Böylece ABD, 30 yıldır yürürlükte olan nükleer silahların yayılmasını önleme anlaşmasına taraf olmayan ülkelerle işbirliği  yapmama siyasetinden vazgeçerek, müttefik ülkelerin nükleer silah edinmesine izin vermiş oluyor. Aynı dönemde Türkiye’de de medyanın “neden bizim atom bombamız yok” gibi aleni ifadelerle,   “yaklaşan enerji krizi”ni gündeme sürdüğü görülüyor.

ABD,  1960’lı yılların aksine Dünya Bankası  ve IMF gibi yapıları tam bir hâkimiyet altında tutuyor. Soros gibi unsurları kullanarak, hareket halindeki finans kaynaklarını siyasal amaçlarına uygun birer kaldıraç olarak kullanıyor.   Birleşmiş Milletler örgütünün hiçbir işlevi yok. Kofi Annan giderayak ABD’yi eleştirdi, ancak kendisinin Yugoslavya’nın dağılması sırasında Richard Hoolbroke’un sekreteri gibi çalıştığı için ödüllendirilerek BM Genel Sekreterliği’ne getirildiği ve ABD’nin önüne koyduğu her kâğıdı imzaladığı biliniyor. Yeni Genel Sekreter Ban Ki Moon ise göreve geldikten sonra yaptığı ilk konuşmasında, Saddam Hüseyin’in idamının meşru olduğunu söyleyerek ABD’ye olan sadakatini belgeledi. Giderken belki o da bir eleştiri yapar.

Stratejik Kale: İran 

ABD’de Cumhuriyetçiler ile Demokratlar’ın  aynı patrona, petrokimya ve silah endüstrilerinin çıkarlarına  bağlı oldukları unutulmamalı. ABD kamuoyu anketlerinde Bush yönetiminin savaş   siyasetine karşı olanların sayısındaki artışın insani nedenlerden ötürü değil, daha çok zafer beklentisi ve güvenlik kaygılarından kaynaklandığı görülüyor.  ABD halkı dünyanın medya aracılığıyla en kolay manipüle edilen halkıdır. 11 Eylül’den hemen sonra,   bu olayın Irak’la bağlantılı olduğunu düşünen Amerikalıların oranı % 3 kadardı, ancak birkaç ay içinde bu oran medya etkisiyle  % 50’yi geçti (Chomsky, 2003).  Üstelik Amerikan Hıristiyanlarının % 59’unun bugünkü savaşı İncil’de geçen Armageddon savaşı olarak tanımlamaları da önemlidir (K. Phillips, 2006).

         Bush yeni Irak planıyla, Filistin sorununun çözülmesini, İran ve Suriye’yle  ilişki kurulmasını ve ABD askerlerinin kademeli olarak geri çekilmesini öngören Baker-Hamilton Raporu’nun tam tersini yaptı. İran’a karşı savaş ilânını andıran eylemlerin yanı sıra Basra Körfezi bölgesine  denizden yığınak yapmaya başladı. Bush yönetiminin söylemi İran’ın stratejik bir hedef olarak belirlendiğini ortaya koyuyor.  Irak’ta kontrolsüz bir dağılmayı önlemek için Bağdat ve Anbar bölgesine askeri yığınak yapıyor; Peşmergeleri  Sünniler’in, “Irak ordusu”nu da Şiiler’in üzerine salıyor ve Türkiye’yi bir şekilde savaşın içine çekmeye çalışıyor.

ABD, İran’ı ulusal bir devlet olarak bertaraf edip etnik ve mezhebi gruplara bölmedikçe, Suriye’deki Baas rejimini, bu rejimin bütün uzlaşma çabalarına rağmen devirmedikçe, Ortadoğu bölgesinden çekilmeyecektir. İran, ABD için bölgedeki en önemli stratejik kaledir.  Buradaki petrol ve doğal gaz kaynaklarını denetim altına almadığı sürece mevzi kaybedecek,  Rusya ve Çin’in İran’la iktisadi ilişkilerini  denetlemediği sürece bütün bölgedeki Şii hareketinin gelişerek İsrail için  gerçek bir tehdit oluşturmasını önleyemeyecektir. Tamamen spekülatif ve her türlü  eleştiriye açık olmakla birlikte, şunu söyleyebiliriz ki, Bush’un  bu stratejik hedefindeki açıklanmayan  şu anki taktik, Irak’taki  Sünni-Şii  çatışmasını bölge devletlerini de kapsayacak şekilde genişletmek; Kuzey Irak’taki Kürt oluşumunu Türkiye’yle federatif bir yapı içinde birleştirmek ve TSK’yı İran’ın karşısında mevzilendirmektir. Lookhead-Martin firmasının ürettiği Joint-Strike-Fighter denilen  F-35 savaş uçakları sisteminin alımı ve bunların montajlarının Türkiye’de yapılması için ABD’yle 175 milyon dolarlık bir  ön anlaşmanın yapılması, İncirlik Üssü’nde yeniden başlayan hareketlilik, İran’ın ikide bir Türkiye’ye gönderdiği doğalgazı kesmesi, bu mevzilenmenin işareti olarak yorumlanmalıdır.

Türkiye (kamuoyu ve TBMM’deki partiler) bu taktiğe direndikçe PKK saldırılarının artacağı, Barzani’nin  Türkiye’ye yönelik söylemlerinin sertleşeceği  görülüyor.  ABD elindeki bütün manivelaları kullanarak Türkiye’yi İran’a karşı mevzilendirmek ve bütün NATO güçlerini de Türkiye’nin arkasına yerleştirmek isteyecektir. Çünkü ABD gerçekten İran’a karşı İsrail’le birlikte  saldırıya geçmeyi planlıyorsa, bölgede, stratejik derinliği olan bir kara ordusuna ihtiyaç duyacaktır.

         Türkiye kamuoyu ABD’nin PKK’yı desteklediği ve  “terörü önlemek” için Kuzey Irak’ta askeri güç bulundurmak gerektiği fikrine alıştırılıyor.  ABD’nin PKK üzerinden yapacağı bir iki jest ve TSK’nın Kuzey Irak sınırını geçmesi, bu bölgedeki Kürt  devletini bir oldu bitti karşısında bırakabilir ve bu girişimin ikinci adımı Türkiye’nin İran’la karşı karşıya gelmesi olabilir.

         Aslında   İran’ı da kapsayacak ve bu ülkeyi de etnik ve  mezhebi çizgilerde bölecek bir savaşın ilk atışları İsrail tarafından Lübnan’a karşı yapıldı. İsrail  bu çatışmalar sırasında bir bütün olarak Lübnan bölgesine havadan hâkim oldu; bu  bölgenin bütün stratejik noktalarını, akaryakıt ve mühimmat depolarından, köprülere ve kara yollarına kadar tahrip etti ve Suriye ile Lübnan arasındaki bütün bağlantıları kopardı.  Güney Lübnan’da  Hizbullah milisiyle, askeri literatürde “skirmish” denilen hafif müsademelere girdikten sonra geri çekildi. Burada Hizbullah ile İsrail’in askeri imkânlarını ve savaş tecrübesini kıyaslamak yersiz olur.  Ancak bu konuda, İsrail’in geri çekilişini bir yenilgi olarak gösteren, hatta Hizbullah milislerinin çatışma sırasında cep telefonu kullanmadıklarını, bu nedenle İsrail’in elektronik sistemlerinin işe yaramadığını öne süren komik yorumlar  yapıldı. Ancak bu savaşla İsrail hem Lübnan’ı Suriye’den tamamen kopardı, hem de Lübnan Barış Gücü adı altında büyük bir askeri donanmayı ve kara gücünü, savaşın İran’ı  ve Suriye’yi de kapsaması halinde kendi güvenliğini sağlamak için bölgeye çekmeyi başardı. İsrail de bu gelişmeleri kendi kamuoyuna bir yenilgi gibi sundu, Genel Kurmay Başkanı istifa etti vb. Ancak bu çatışmayla İsrail’in kazandığı mevziyi görmemek mümkün mü? İsrail çekildi ve şimdi Hizbullah milisleri Sinyora’nın ordusuyla çatışıyor; tıpkı Irak’taki  gibi bir iç savaş söz konusu.

Yeni Soğuk Savaş ve Uyarı Görevi

         ABD emperyalizmi, bazılarının 4. Dünya Savaşı (üçüncüsü Soğuk Savaş oluyor) dedikleri bu saldırıda  elbette Hitler’in orduları gibi yenilgiye uğrayabilir ve  saldırganlığın bedelini kendi içinde parçalanarak ödeyebilir. Fakat böyle bir neticenin kaçınılmazlığı, mazlumun kazanacağı beklentisiyle ya da çok kaba bir determinist ve analojik mantıkla savunulamaz, ancak reel güçler üzerinden tartışılabilir. Bu savaşta mazlumun (Şii, Sünni gruplar, Kürtler  vb.) yeterince basiretli olduğu ya da basiretli olabilecek koşullara sahip olduğu söylenemez. Emperyalizme ulusal yapılarla değil de  mezhebi ya da etnik kimliklerle/örgütlerle  direnmek, hele ki bu gruplar birbirini vahşice katletmekteyseler, kesinlikle mümkün değildir. Her bir bölüntü emperyalizmin çıkarlarına göre yönlendirilecektir.  İşgalci, öfkeyle sıkılan her merminin yönünü dilediği hedefe çevirebilmektedir.

         ABD emperyalizmini durdurmanın tek yolu, şu anda yaşanmakta olan  savaşın bir soğuk savaşa dönüşmesidir. İsrail’in İran’a taktik nükleer silahlarla saldırmaya hazırlandığı söyleniyor; aynı yöntemi ABD de uygulayabilir. Ancak her iki ülke de  stratejik bir nükleer savaşı göze alamaz. Geçmişte yaşanan Kore Savaşı  (1950-53), Küba Krizi (1962),  Vietnam Savaşı (1965-1973) ve  ÇHC ile  pek çok  kez tekrarlanan Tayvan Boğazı krizleri sırasında ABD’nin kendi topraklarını da kapsayan bir nükleer  savaşı göze alamayacağı anlaşılmıştır.

         ABD’yi son zamanlarda en fazla endişelendiren ve heyecanlandıran olay, Irak’ta uğradığı kayıplar, iç savaş vb. değil, Çin’in yaptığı son füze denemesidir. Aslında bu gayet manidar bir denemedir. 11 Ocak’ta Çin 800 km. irtifada bulunan   kullanım dışı bir meteoroloji uydusunu balistik füzeyle imha etti. Bu olay, Çin’in eğer isterse, ABD’nin uzaydan sağladığı bütün komuta kontrol ve gözetleme sistemlerini felç edebileceğini kanıtladı. ABD telaşlandı. Bir Pentagon yetkilisi, Çin’in füze denemesi sırasında geçen yıl devreye giren bir  casus uydusunun devre dışı kaldığını söyledi. ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü, meâlen, “Çin’in  bu tür silahlar geliştirmesi ve test etmesi, ülkelerimiz arasında sivil uzay çalışmaları alanındaki işbirliğiyle uyumlu değildir,” dedi.  Denemeyi doğrulayan Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü ise, denemenin ABD’nin savaş planları için yarattığı tehlikenin farkında değilmiş gibi, uzayın barışçı amaçlarla kullanılmasından yana olduklarını ve uzayda rekabete girmeyeceklerini tekrarladı. İran’ın parçalanmasının Çin  ve Rusya için, hatta bazı Avrupa ülkeleri için bardağı taşıran son damla olup olmayacağını göreceğiz.

         Türkiye’nin ABD ve İsrail ile kurduğu askeri  üçgenden çıkması da emperyalizmin stratejisini bozmak bakımından önem taşımaktadır. Yıllar önce Türkiye’nin ABD ve AB yerine, Rusya, Çin ve İran’la yakınlaşması gerektiğine dair yapılan önerilerin  medya tarafından nasıl kınandığını ve alaya alındığını hatırlamak gerekir. ABD’nin  denetlediği finansman sayesinde suyun yüzeyinde duran,  bütün ulusal varlıklarını satışa çıkaran, kendi burjuvazisi varlıklarının  % 51’ini yabancılara satmış, Ortadoğu’da kendisinden beklenen görevi anlamazlıktan gelerek kendince denge siyasetleri uygulamaya çalışan ve gizli diplomasi/pazarlıklar yürüten Türkiye’nin   bu süreçte belirleyici bir rol üstlenmesi için büyük bir siyasal/toplumsal dönüşüm  gerekir.

         Ama gene de, bu ülkede yaşayan bütün ilericilerin, anti-emperyalistlerin ve savaş istemeyen bütün yurttaşların  bazı taleplerde bulunmaya hakları vardır: ABD ve İsrail’le yapılan gizli askeri anlaşmalar halka açıklansın; İncirlik üssü kapatılsın; İran ve Suriye ile saldırmazlık paktı imzalansın. Sadece bu üç talep etrafında yürütülecek birleşik  bir kampanya, en azından uyarı görevini yerine getirmiş olacaktır. Halkının % 69’u ABD’yi düşman gören bir ülkede bu (ya da buna benzer) talepler etrafında yürütülecek bir kampanya, ancak sekterlik,  yetersizlik, kararsızlık, sonuca yönelik eylemde bulunma ve örgütlenme kapasitesizliği gibi nedenlerle, eski bir tabirle, “subjektif” nedenlerle,  başarısızlığa uğrayabilir.  Kızılcık, 25.01.2007.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *