KADERİMİZ NEYE BAĞLI?

Yavuz Alogan

Diyorlar ki kaderimiz İran’a bağlı: “İran çökerse biz de çökeriz, İran dayanırsa biz de dayanırız.” Fakat İran’ın dayanması için siyasî iktidarın yapabileceği bir şey yok. Yüzüne far tutulmuş tavşan gibi hareketsiz kalmış, bakınıyor.   Molla Rejimi ise çökecek gibi görünüyor, demek ki biz de çökeceğiz. Öyle mi?

Saray karışmıyor, bekliyor ve Sayın Reis’in sözleriyle “orta ve uzun menzilli füze stoklarımızı son gelişmeler ışığında caydırıcılık düzeyine getirecek üretim planlamaları yapıyor.”  Peki bizim sivil savunma örgütümüz var mı? Bizi hava taarruzlarından koruyacak sığınaklarımız nerede?  En az bir yıl açlıktan kırılmamızı önleyecek temel gıda maddesi stoklarımız?

İran’a yönelik AWACS’lar, tanker uçakları bizim hava sahamızı kullanıyorlar mı? Bilmiyoruz. Sadece Kürecik’in ne yaptığını biliyoruz. Fakat hangi safta olduğumuzu bilmiyoruz ya da ayıp olmasın diye söylemiyoruz.  İsrail’i kınıyoruz, ABD’nin yanında duruyoruz.

Müthiş bir askerî ve diplomatik marifet sergileyerek Suriye’yi sürekli kınadığımız İsrail’e teslim ettik. Böylece  Güney Kıbrıs’tan Hint Okyanusu’ndaki Diego Garcia’ya kadar muazzam genişlikte kesintisiz bir hava sahası ABD-İsrail saldırılarına açıldı.

Bu arada biz çözüm süreciyle, lafı dolandırarak,  Türk-Kürt hatta Arap  kurucu ortaklığına dayanan bir anayasa yapmaya da çalışıyoruz. Lakin biz bunu yapmaya çalışırken, PKK’nin savaş ağası Duran Kalkan bütün Kürt örgütlerine “İran’a karşı harekete geçme çağrısı” yapıyor. Fakat biz  İsrail’in İran’a saldırısını “barbarlık” olarak kınamış bulunuyoruz. Biz ne yapıyoruz?

Bölgesel savaşta en kötü senaryoya karşı her türlü hazırlığı yaparken kimlik değiştirmeye çalışıyoruz. Sayın Saray, Anayasa’daki laiklik ilkesinin tabutuna son bir çivi çakarak “Müslümanlık üst kimliğimizdir,” dedi. Yani diyor ki biz Türk milleti değiliz, üst kimliği Müslümanlık olan 36 etnik gruptan müteşekkil bir anasır-ı İslâmız. Bu çıkışlar yeni anayasa alıştırmaları ve ısınma turları; Osmanlı’nın son Meclis-i Mebusan’ında (12 Ocak- 11 Nisan 1920) yapılan “anasır” tartışmalarını andırıyor. Savaş mı kaybettik, işgale mi uğradık? Bize kim, neden yeni bir kimlik dayatıyor?

Bu arada esas savaş başlamak üzere.

Şu anda ABD’nin ağır bombadıman uçakları, saldırı ve destek gemileriyle birlikte Amerikan uçak gemilerinin bölgeye intikalini bekliyor.  Ve Trump “iki hafta içinde karar vereceğim” derken yine yalan söylüyor. İntikal ve hazırlık safhası tamamlanınca İran’a saldıracaklarını,  Molla Rejimi’nin ağır hasar alarak iç isyanlar ve dış zorlamalarla çökeceğini anlıyoruz. (Ben bu yazıyı tamamladığımda Netanyahu,  Tevrat’tan ayetler okuyarak, ABD’nin Fordov, Natanz ve Isfahan nükleer tesislerini vurduğunu, Trump’ın İsrail ordusunu “kutsadığı”nı açıkladı.)

Peki sonra ne olacak?

Sonra sıra bize gelecek.  Bizi sıraya koymuşlar.

Sıra bize nasıl gelecek?

Belli değil.

Çeşitli senaryolar var. Suriye ve İran’daki iki Kürdistan parçası üçüncü parçayı almak için  ABD-İsrail desteğinde güneydoğumuza saldıracak. Bu saldırının öncesinde ya da eşzamanlı olarak, yine  ABD desteğinde Yunanistan, Ege  ve Marmara’ya saldıracak ki ikinci durumda iki cephede savaşmak zorunda kalacağız.

“İran’dan sonra sıra bizde” sözü o kadar çok tekrarlanıyor ki insan ister istemez iki ülkeyi kıyaslama ihtiyacı duyuyor.

İran’da Molla Rejimi, Bazariler denilen   zengin esnaf sınıfıyla bütünleşen   örgütlü Şii ulemanın  İran siyasî toplumunu kandırmasıyla kuruldu.  Mollalar Batı’nın, özellikle ABD ve Fransa’nın desteğiyle iktidarı ele geçirdiler.  Rusya’nın Afganistan’ı işgal ettiği 1979’da ABD, siyasî İslam’ı komünizme karşı bir kalkan gibi kullanabileceğini düşünüyordu. Aynı yıl içinde iktidarı ele geçiren  mollaların Tahran’daki  ABD elçiliğini basıp diplomatik zevatı 1981’e kadar rehin tutmasıyla Batı, İran Devrimi’nin gerçek niteliğini kavramaya başladı. Molla iktidarı, Şah’a karşı kendilerine fiilen  destek veren bütün demokrat, solcu ve komünist parti ve örgütlerin önderlerini ağır işkencelerden geçirdikten sonra devlet televizyonlarına çıkarıp kendi propagandasını yaptırdı ve hepsini şehir meydanlarında vinçlere bağlı urganlara asarak öldürdü. Gestapo benzeri bir örgütle (Besic) toplumun tamamını baskı altına aldı, başta kadınlar olmak üzere herkesi ezdi, İran toplumunun bütün entelektüel ve kültürel damarlarını parçaladı.  

Molla Rejimi, yerini alacak bütün potansiyel  iç güçleri imha ettiği için dış müdahaleyle çökecek. Öyle vahim bir boşluk yaratmış ki  Amerika-İsrail  son Pehlevi’yi kurtarıcı Şah olarak İran halkına pazarlamaya çalışıyor. İnsanları sürekli asarak, öldürerek halkın önüne çıkacak  adam bırakmamışlar.

Türkiye’deki gericiler de İran’dakine benzer bir rejim kurmak istediler ama yapamadılar. Cumhuriyet’in sütunlarını yıktılar ama temellerini sökemediler ve en önemlisi  halkı dönüştürecek tam bir ideolojik hegemonya kuramadılar. Devlet’i ele geçirmelerine rağmen Kemalizm’i yıkamadılar, halkın en gelişmiş, en eğitimli kesimine  Devrimler’i unutturamadılar.

Irak, Suriye ve Libya’da  “sert güç” kullanan Batı,  Türkiye’de “yumuşak güç” kullandı. Türkiye’de siyasî İslâmcılığın İhvancı kanadı “BOP eşbaşkanlığı olarak” ABD tarafından iktidara getirildi.  Cumhuriyet’e bağlı asker sivil bürokrasi ABD’nin siyasî İslâm’a verdiği tam destek karşısında afalladı ve Devlet’i   siyasî İslâmcılara teslim etti. Bunun bedeli çok ağır oldu. Türkiye geleneksel askeriyesini, kurumlarını, kamusal varlıklarını, kalifiye insan gücünü kaybetti; eğitim sistemi yozlaştı, demografisi bozuldu, tarımsal üretimi iflas etti,  iç cephesi parçalandı, ideolojik ve politik  kargaşaya yuvarlandı. Kendi millî kimliğini tartışmaya ve pazarlığa açtı. Saray  Rejimi her şeyi yıktı fakat yerine bir şey koyamadı.  Heybesinin boş olduğu görüldü. Şimdi umutsuzca, her adımda tökezleyerek, emperyalizme yaslanarak diktatörlük kurmaya çalışıyor fakat onu da beceremediği görülüyor.

İranlılar geriye, yakın tarihlerine baktıklarında ne görüyorlar? 1925’te İngilizlerin kurduğu bir monarşi,  II. Dünya Savaşı’nda İngiliz ve Sovyet işgali, ardından Müttefiklerin kurduğu yeni bir monarşi. Pehlevi hanedanı dışa bağımlıydı ama hiç olmazsa modern bir ülke kurmaya çalıştı.  Yakın tarihin tek devrimci atılımı, petrolü meclis kararıyla ulusallaştıran  Muhammed Musaddık’ın Ulusal Cephe hareketidir.  Başarısı sadece  iki yıl sürdü: 1951-1953.  CIA’nın  planladığı “Operasyon Ajax”la Ulusal Cephe’nin tasfiye edilmesinden sonra, Şah Rıza’nın gerçek diktatörlüğü, istihbarat örgütü Savak’ın zulmü başladı. Ta ki Mollaların katliamına, zulüm ve vahşet imparatorluğuna kadar…    Binlerce yıllık Fars devlet geleneği ve derin kültürü, öyle mi?

Biz geriye, yakın tarihimize baktığımızda ne görüyoruz? Mustafa Kemal’i, Millî Mücadele geleneğini, Devrimleri görüyoruz, onun arkasında vatansever  İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni, onun da arkasında Mithat Paşa’yı, Namık Kemal’i; 1876  Kanun-ı Esâsi’sinden 1961 Devrim Anayasası’na kadar muazzam bir hukuk ve  hürriyet mücadelesini,  modern kurumları,  çift meclisli parlamento âdâbını ve diplomasi  geleneğini görüyoruz. 

AKP’nin gücü bu çizgiyi kırmaya yetmedi, bugünden sonra da yetmez.   Meclis’te bir kendini bilmez Talat Paşa’ya hakaret etti, dışarıda bin Talat karşılık verdi. Türk halkı AKP gericiliğine büyük bir uyanışla karşılık veriyor, birleşerek örgütlecek ve bu döneme son verecek, işbirlikçi gericilik parantezini ebediyen kapatacaktır.

Sonuç olarak kaderimiz İran’a bağlı değil. Biz kendi tarihimizden aldığımız güçle kendi  kaderimizi tayin  ve kayıplarımızı  telafi ederiz. Dicle-Fırat havzasından bayrağımızı kimse indiremez. Böyle düşünmek ve öngörmek zorundayız. Veryansın, 22.06.2025  

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *