Yavuz Alogan
Aslında bu olay açıktan meydan okurken gizliden yaltaklanan bir hükümetin çaresiz bırakılarak dayatılan şartları kabul etmesini sağlamaya yönelik, ağır hakaret içeren bir kışkırtma eyleminden ibarettir. “Sen bize mecbursun, şu hâlinle bize meydan okuyamazsın,” diyorlar. Verilen mesaj budur.
İkinci olarak olay, kıta Avrupasına hükmeden devletlerin kafayı iyice sıyırarak gözlerini kararttıklarını göstermektedir. Bunun belirtileri zaten vardı. Ukrayna Savaşı’yla birlikte orkestra şefi Valery Gergiev, Soprano Anna Netrebko ve piyanist Boris Berezovskiy’den Dostoyevski, Çaykovski, hatta mavi Rus kedisine kadar sergilenen düşmanlık ve nefret, Avrupa’nın genetiğinde var olan ırkçılık ve faşizm virüsünün kriz durumlarında nasıl canlandığını gösterdi.
Fakat Kuran yakma olayı hepsinin üzerine tüy dikti. Neofaşist unsur iki milyara yakın dünya Müslümanının kutsal addettiği kitabı, özellikle Türkiye Büyükelçiliği’nin önünde yakmak için izin istiyor. NATO’ya girmek için Türkiye’nin onayını bekleyen İsveç hükümeti izin vermekle kalmıyor, eyleme polis koruması da sağlıyor.
NATO Genel Sekreteri Stoltenberg, “İfade özgürlüğü, fikir özgürlüğü İsveç’te ve diğer tüm NATO ülkelerinde değerli bir ilkedir,” diyor ve eylemi “uygunsuz” bulmakla birlikte yasadışı saymadığını söylüyor.
Kitap yakmak, başkasının inancını aşağılamak nasıl bir ifade özgürlüğüdür?
Bu hakaretin Mayıs 1933’te Nazilerin, “Alman olmayan” (yıkıcı) ya da Yahudi yazarlara ait 25 000 kitabı törenle yakmalarından ne farkı var?
İsveç Dışişleri Bakanı Billström’e, eylemin İsveç’in NATO adaylığını nasıl etkileyeceği soruluyor. “Süreci gereksiz yere uzatan her şey elbette çok ciddiye aldığımız bir şeydir,” diye cevap veriyor bakan. Blöfünüzü gördüm, meydan okuyorum, size hakaret ediyorum, sıkıysa bizi NATO’ya almayın diyor mealen.
Şimdi tekrar bu yazının ilk paragrafına dönelim.
Dış politikada bir Devlet, gücü kadar meydan okuyabilir. Bir taraftan orantısız güç gösterileri yapar, öte taraftan yaltaklanır, çok yönlü diplomasi diye kendisinden daha güçlü olanları birbirine karşı oynamak için at pazarlığı yaparsa, güvenilirliğini ve itibarını kaybeder, hatta gülünç olur. Üstelik ülkenin bütün kuvvetleri ve kurumları her şeyden sorumlu tutulan, halkın yarıdan fazlasını kendisine düşman eden tek bir kişide toplanmışsa, siyasî iktidar her türlü tehdit, baskı, hakaret ve operasyona açık hâle gelir.
Siyasî İslam’ın devletin resmî ideolojisine dönüştüğü koşullarda Türkiye’nin Batı’dan kopması, bu arada NATO’dan çıkması tam bir felakete yol açacaktır. Türkiye böyle bir çıkışa hiçbir bakımdan hazır değildir. Saray rejiminin böyle bir çıkışı planlama ve örgütleme kapasitesi, Sayın Reis’in ise uzun boylu olmak dışında Charles de Gaulle’le benzerliği yoktur.
Rusya’ya bağlı sorumsuz unsurlar hiçbir diplomatik ve askerî hazırlık olmadan Türkiye’nin altı ay içinde NATO’dan çıkacağını iddia ettiler. Kuran yakma olayını gerekçe gösterdiler. Böylece provokasyonun hedefine (Türkiye’yi tecrit etmek ve baskı altına almak) katkıda bulundular. Halkımız ABD’ye karşıymış da son zamanlarda Rusya’ya ve Putin’e büyük sempati duyuyormuş. Reis ve adamları karar verecekler ve Türkiye İstanbul Sözleşmesi’nden çıkar gibi NATO’dan çıkacak. Sonra Rusya’nın desteğiyle şeriat ve hilafet mi ilân edeceksiniz?
Bugünkü şartlarda orduda yapısal reform, diplomatik hazırlık ve her alanda planlama yapılmadan, askerî doktrini de içeren bir millî strateji belgesi üzerinde siyasî toplumun mutabakatı sağlanmadan ve “iç cephe” tahkim edilmeden, bize hakaret ediyorlar, hükümeti devirmeye çalışıyorlar diye NATO’dan çıkmak, mevcut Saray yönetiminin bile kalkışmayacağı kadar tedbirsiz, çocukça ve fevri bir hareket olur. Devletler bu şekilde çalışmazlar.
Türkiye’nin NATO’dan dışlanması ya da (mümkünse) atılması ya da kendi inisiyatifiyle çıkması ilk planda, eşzamanlı olarak iki buçuk cephede (Ege’de, Güneydoğu’da ve ülke içinde) savaşmamız, her yönden saldırıya uğramamız ve nihayet Ukrayna-Rusya savaşının giderek topraklarımıza taşınması anlamına gelir. Şanghay İşbirliği Örgütü askerî/stratejik merkez olarak NATO ya da eski Varşova Paktı’yla kıyaslanamaz. İran ve Kuzey Kore’den mühimmat ithal etmek zorunda kalan Rusya’nın etkisi ve ilgisi Karadeniz ve Boğazlar Rejimi’yle sınırlı kalır. Batı’nın saldırısı karşısında Yugoslavya’nın 1941’deki durumuna düşeriz.
NATO, özellikle 1960’tan sonra Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yapısına, eğitim/doktrin’den tayin terfilere kadar her kademede derinlemesine nüfuz etti; ABD, envanterden düşen askerî malzemeyle TSK’nin ihtiyaçlarını karşıladı, Türk subaylarını eğitti, onlara NATO’nun harp doktrin ve stratejilerini aşıladı. Türk Ordusu’nun kullandığı bütün Sahra Talimnameleri ve doktrin metinleri İngilizce’den çeviridir.
Türk Ordusu, NATO eliyle üç kez tasfiyeye uğradı. 12 Mart 1972’de, 12 Eylül 1980’de belirgin siyasî görüşü olan her rütbeden asker ve nihayet 2010’dan itibaren ulusal çıkarları savunan yüksek rütbeli Kemalist subaylar evreler hâlinde tasfiye edildi. Son tasfiyeler Saray’ın yol verdiği, emniyete ve yargıya yerleştirdiği dinci casus örgütü FETÖ’nün marifetiyle gerçekleşti.
NATO’nun ne olduğunu en iyi askerler ve diplomatlar bilir. Kıbrıs Harekâtı (1974) öncesinde, sırasında ve sonrasında; 1992’de yapılan müşterek tatbikatta Muavenet zırhlısı vurulduğunda NATO’nun ne olduğunu öğrendiler. Türkiye ABD’nin PKK’yi desteklediğini, eski Genel Kurmay Başkanı Doğan Güreş’in 2007’de bir televizyon programına çıkarak Amerikan askerî helikopterinin 1992’de PKK’ye yardım malzemesi attığına bizzat tanık olduğunu ve helikopterin vurulması için emir verdiğini anlattığı zaman öğrendi.
Buna rağmen Türk diplomatlar ve askerler bütün NATO platformlarında Türkiye’nin ulusal ve stratejik çıkarlarını savunabildiler. Bu savunma, geleneksel diplomatlar “monşer” diye alaya alınıncaya kadar, yurtsever askerler “vesayetçi-darbeci” diye suçlanıp tasfiye edilinceye kadar; özetle, AKP kendi kadrolarını Devlet olarak yeniden örgütleyinceye kadar sürdü ve yerini pragmatist/pazarlıkçı bir “kazan/kazan” anlayışına bıraktı. Saray Rejimi uluslararası alanda itibarını kaybettikçe NATO’nun pervasızlığı arttı.
Bu siyasî iktidar ne NATO’dan çıkmaya cesaret edebilir, ne de Türkiye’nin tezlerini NATO ve uluslararası kuruluşlarda savunabilir. Bu yıpranma, itibarsızlaşma, her türlü hakaret, baskı, komplo ve provokasyon devam eder. Ne zaman ki Devlet siyasî İslam’ın baskısından kurtulup yeni bir Toplum Sözleşmesi’yle yeniden laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak yeniden örgütlenir, işte o zaman NATO ve genelde dış politika konusunda karar vermek mümkün ve mantıklı olur.