Yavuz Alogan
Aslında “şiraze” ibrişim örgülü bezden kesilerek tutkala bulanan bir şerittir. Ciltli kitapların sayfalarını birbirine bağlar, onların düzgün durmasını sağlar. Şiraze kayarsa her biri 16 sayfadan oluşan kitap formaları düzgün durmaz. Başka deyişle şiraze sayfaları tutamaz. Bu durumdaki kitaba şirazesi kaymış denir. Sayfalar artık şirazesinden çıkmıştır.
“Şiraze” sosyal ilişkilerde de kullanılır. Öfkesini kontrol edemediği için dengesini kaybeden ya da Mersin’e gidiyorum derken tam tersine giden, taşkını durdurmaya çalışıyormuş gibi yaparken çaktırmadan selden kütük kapan, bu arada dengesini kaybedip saçmalamaya başlayan adama ya da kadına “şirazesinden çıkmış,” “şirazesi kaymış” denir. Şirazesi kayan yalpalamaya başlar, çığırından çıkar.
Şekspir’in Hamlet’e söylettiği şu sözler şirazesi kaymış siyasî ortamı anlatır: “Çığırından çıkmış bir zaman bu. Ey kör talihim benim! Bana düşmez olaydı dünyayı düzeltmek.”
Türkiye’de siyasî partilerin şirazesi 1983’ten itibaren kaymaya başlamıştı zaten. Anayasa’nın olmadığı (fiilen ilga edildiği), bütün yasaların sürekli ihlal edildiği, kanun nizam hâkimiyetinin kalmadığı, mafyalaşmış siyaset erbabının ağzına geleni söylediği, devlet bağlantılı çetelerin tutabildiğini öptüğü, bulabildiğine çöktüğü günümüzde siyasî partilerin şirazesi olabilir mi? Olamaz!
Bir zümreyi, sınıfı, baskı ya da çıkar grubunu, herhangi bir seküler ideolojiyi, öğretiyi temsil etmeyen ya da sadece kendi fantezilerini dile getiren ve adına siyasî parti denilen bu feodal derebeyliklerin Saray rejiminin çöküş sürecinde tamamen kendilerini kaybettiklerini, kendilerine “lider” dedirten başkanlarının hem sağcı hem solcu, hem Atatürkçü hem şeriatçı, hem etnik bölücü hem milliyetçi demagojilerinin siyasî ortamı tam bir tımarhaneye çevirdiğini görmeyip her şey gayet normalmiş gibi davranmanın, her saçmalığı uzun uzun yorumlamanın ve tartışmanın nasıl mümkün olabildiğini ben şahsen anlayabilmiş değilim.
2002 model AKP’nin bıraktığı yerden bayrağı devralarak Saray’ın yapmaya cesaret edemediği her şeyi yüzde birlik partileriyle yapacaklarını söylüyorlar. Hep yazıyorum, Saray’ın açtığı yoldan hep birlikte Atlantik sisteminin gösterdiği hedefe doğru ilerlemeye çalışıyorlar.
Her derde Deva partinin başkan yardımcısı Türklüğü anayasadan çıkaracakmış. Böylece farklılıklar arasından biri (Türklük) diğerlerine karşı ayrıcalıklı olmayacakmış. Sanki “Türklük” hanımefendinin paçasına bulaşmış bir çamur, fırçalayıp çıkaracak ve hepimiz bir anda “Türkiyeli” olacağız. Öyle mi? Böyle şeyleri konuşmak bile bence partiye uğursuzluk getirir.
Aynı partinin başkanı Babacan tarikat ve cemaatlerin daha da serbestleşmesini, tüzel kişilik edinmesini savunurken şu hayret verici cümleyi sarfetti: “Devrim kanunlarının o gün için bir mantığı var ama bugünün şartlarına göre tekrar bakmamız gerekiyor.” Yani diyor ki 7. yüzyılın mantığını tarikat ve cemaatlerle sürdüreceğiz fakat ülkenin yüz yıldır geçerli olan kuruluş ilkelerini ve Aydınlanma ideolojisini kaldıracağız. Kendisi teknik adam ya, tekrar bakacak, motordaki arızayı tespit edip düzeltecek. Despotik laikliğe son verecek, Kürtçe’yi ana dil olarak Anayasa’ya koyacak. Aslında İngilizce’yi ana dil olarak koysa kendisine daha çok yakışırdı; diğer 14 dile de ikincil dil statüsü verirdi.
CHP’de ise “partimizi bağlamaz, şahsi görüşüdür” sorunu var. Parti öyle şişmiş ki her olayda dikişleri patlıyor, parti yönetiminin gerçek fikirleri ortalığa saçılıyor ve zavallı genel merkez hemen patlağa bir yama vurmak zorunda kalıyor. TSK’ya atılan kimyasal silah iftirasını gerçek kabul ederek konuya ilişkin soru önergesi vermeye hazırlanan milletvekilini genel merkez resmen kınadı, “şahsi görüşüdür, bizi bağlamaz,” dedi. Daha geçenlerde genel başkanın başdanışmanı Nuşirevan Elçi, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı neredeyse kelimesi kelimesine Abdullah Öcalan’ın “demokratik-tik özerklik şartı” biçiminde yorumlayınca parti sözcüsü hemen atıldı: “şahsi görüşüdür, bizi bağlamaz.” Nasıl bağlamaz? Adam senin Genel Başkan’ının başdanışmanı!
Seçimleri kazanırsa Altılı Masa’nın Cumhur Eşbaşkanlığı gibi bir yürütme gücü oluşturacağı, her kanun ve kararnamenin altı kişi tarafından imzalanacağı; böylece otokrasinin kalacağı, sadece monarşinin oligarşiye dönüşeceği anlaşılıyor.
Bu arada imza toplayarak Altılı Masa’dan toplantılarında duvarı süsleyen Mustafa Kemal portresini lütfen indirmesini rica etmeliyiz. Çok tuhaf duruyor, ayıp oluyor… Devrimci’nin ilkelerini ayaklar altına alırken resmini duvara asmak nasıl bir ikiyüzlülüktür!
Ben bu partiler ve fikirlerle Türkiye’nin yönetilebileceğini sanmıyorum. Gerçi AKP’nin de Türkiye’yi 20 sene yöneteceğine başlangıçta kimse inanmamıştı. Fakat AKP iktidarı yumuşak ve zamana yayılmış bir karşı devrim dönemini temsil etti. Günümüzde görevini tamamlamış bir geçiş fenomenidir. Birkaç yıl daha uzatmaları oynasa da şu hâliyle zamanını tükettiği anlaşılıyor.
Şimdi üç ihtimal var: ya Saray dönüşüm geçirerek kısa ömürlü fakat kusursuz bir gerici diktatörlük kuracak, ya Altılı Masa kaotik bir liberal restorasyon dönemi başlatacak ya da Aydınlanma Devrimi yenilenecek. Dünya ve ülke koşulları dikkate alındığında her üçü de kaçınılmaz biçimde baskıcı olmak zorunda kalacak.
Neyse, konuyu dağıtmayalım…
Bütün bunlardan, “şiraze”nin siyasî partiler için ne kadar önemli olduğunu anlıyoruz. Şiraze halkın bütün sınıfsal (dinî ya da etnik değil, sınıfsal!!!) kesimlerini temsil eden bir Kurucu Meclis’in hazırlayacağı bir Anayasa ve çok ayrıntılı olarak düzenlenmiş yeni bir Siyasî Partiler Kanunu’yla yenilenmelidir. Başka deyişle, ulusal kimlik ve Devlet’in temel nitelikleri konusunda bütün partileri birleştiren tutkalı kuvvetli, ibrişimi sağlam bir şiraze gerekiyor. Aksi durumda ülkenin etnik, dinî, mezhebî ve giderek coğrafi olarak parçalanması, “yurttaş” kavramının anlamsızlaşması kaçınılmaz olacaktır.
Şu güneşli pazar gününde herkese mevcut siyasî partilere dikkatle bakmayı öneriyorum. Bu partiler kimi, neyi temsil ediyor? Veryansın, 08. 01. 2023