MERKEZDE GÜÇLÜ OLMAK

Yavuz Alogan

Siyasî partinin kendi merkezinde güçlü olması gerekir.

        Merkezinde güçlü olmayan ya da merkezi güçlü olmayan partinin kadroları oluşmaz, orta kademesi görev yapmaz, yüzeysel politik izlenimlerle oluşmuş tabanı   genişlemez.   

        İsim yapmış bir iki politikacı, bakan ya da milletvekili eskisi, bir iki kaşarlanmış sendikacı ya da meslek örgütü temsilcisi, politikaya hevesli bir iki profesör, parası olan bir iki patron; kısacası, birbirine benzemeyen, sokaktan toplanmış lâlettayin insanlardan oluşan bir parti merkezi güçsüzdür. Merkezi oluşturan her bir unsurun kafasında genellikle farklı bir parti tasavvuru, özel bir kariyer beklentisi vardır.

Parti programını elbette okumuş ve benimsemişlerdir (aslında bundan da pek emin değilim, geçmişte programı okumayan, okusa da anlamayan yöneticiler gördüm); partiyi kuran şahsın genellikle kolay anlaşılan birkaç temel argümandan, tez ve iddiadan oluşan politik söylemini papağan gibi taklit etmeyi de öğrenmişlerdir.

Fakat bunlar yetmez.

Merkez çeşitli sınavlarla yüz yüze gelir, zorluklarla karşılaşır. Her bir olay karşısında topluca karar alması, alınan karara bağlı kalması gerekir. Zurnanın zırt dediği yer burasıdır. Sokaktan toplanan lâlettayin insanlar çetin sorunlara, aşılması gelen engellere farklı tepki gösterirler. Politik deneyimden yoksun oldukları için gerçekçi değerlendirme yapamazlar, birlikte davranma alışkanlığından yoksun oldukları için farklı telden çalmaya başlarlar.  Kafalarındaki parti tasavvuru giderek hayal kırıklığına dönüşür; hülyalı kariyer beklentileri yüzünden zaten düşük yoğunluklu kıskançlık krizi yaşamaktadırlar. Sorunlar peş peşe geldikçe merkez kilitlenmeye başlar.

Yeni kurulan bir partinin üst yönetiminde, kuruluşu izleyen bir iki yıl içinde istifalar oluyor, istifa edenler medyaya pervasızca açıklamalar yapıyor, hevesle girdikleri parti hakkında çeşitli tezviratta (yalan, dolan dedikodu) bulunuyorlarsa, merkez güçsüzdür ve hep güçsüz kalacak demektir. Askerî tabirle tahkimatta yapılan hata muharebe sırasında telafi edilemez.

        Bu şartlarda parti başkanının fevkalade karizmatik, hitabı kuvvetli, vatanperver, hem cesur hem de yakışıklı olması durumu değiştirmez. O artık bir solo kemancıdır, kulağı sadece kendi aletinden çıkan sesleri duyacaktır. Ya da akordu bozuk, telleri kopuk, borusu çatlak aletlerden yükselen kakafoniyi düzene sokmaya çalışan bir orkestra şefi gibi elinde sopa debelenecektir.

        Bu vahim durumla karşılaşan parti başkanı sonunda partisinin yetkili kurullarıyla istişareyi keser. Merkez ve alt merkezlerdeki unsurlarla tartışmaz, kararları çevresindeki birkaç kafadarla birlikte alır.  Kendisini seçen ve seçecek olan delegeleri elde tutmak dışında bir kaygısı yoktur artık. Partinin genelini emir talimatla, zart zurt ederek yönetmeye başlar. Farklı parti tasavvurlarına dokunmaz. “Bırakın öyle sansınlar” diye düşünür, herkesi idare ederek kendi bildiğini okur ve okuduğunu her nabza göre farklı bir şerbetle tatlandırır. Bunu becerebildiği ölçüde kendisine “lider” dedirtir. Madem ki liderdir bir bildiği vardır ki öyle davranmaktadır. Hikmetinden sual olunmaz, olunursa ihanete eşdeğer gibi algılanır ve disiplin kurulları çalışır.

 Bu kıvama gelen parti başkanı ve yakın çevresi medya içindeki adamlarından, parti binasına yerleştirdiği ajanlardan, içeriden dışarıdan dedikodu taşıyan meydancılardan ve ayakçılardan, yabancı ülke konsolosluklarından ve yabancı ülkelerin istihbarat örgütlerinden beslenir.  Parti yönetimini onlara teslim etmez elbette fakat stratejisini partinin yetkili kurullarında tartışarak değil, bu görülmeyen unsurlara danışarak oluşturur. Stratejisini merkezde oturan beş benzemez adamla, her kafadan ayrı bir sesin çıktığı parti meclisiyle niye tartışsın, il ilçe yönetimlerine niye danışsın?  Parti içinde tartışma çıkacak diye ödü kopar, potansiyel rakiplerini tasfiye eder, parlayanları söndürür, çıkıntıları törpüler; zararsız gördüklerini, liyakatsiz olanları parlatır, çevresine alır.  Zamanla lider ve adamları konuşur, parti susar.

        Parti çizgisindeki âni değişiklikler, tasfiyeler, taktik dönüşler hep  göze görünmeyen kişiler ve çevrelerle kotarılır. Bir bakmışsınız genel başkan partinin yerleşik ve tarihî ilkelerini savunan unsurları sistematik biçimde tasfiye ediyor ve bir komploya kurban gitmeden önce kendisinden sonra başkan olması istenen unsura uygun bir ortam hazırlamaya mecbur kalıyor, partisini yenilemeye çalışırken kendisini yeniletiyor.

Gece solcu olarak yatan bir başka başkan sabah sağcı olarak kalkıyor ya da Cumhuriyeti ve laikliği fanatikçe savunan adam bir bakmışsınız ülkenin Osmanlı bakiyesi olduğunu, şahsının bayram namazlarını asla kaçırmadığını fakat cumaları kazaya bıraktığını anlatıyor.  Hiçbir özelliği olmayan, hiçbir mücadeleden ve sınavdan geçmemiş adam birden ampul gibi yanıp parlamaya başlıyor, cumhurbaşkanı adayı olarak yurt gezilerine çıkıyor, bütün medya peşinde… Böyle durumlarda durup, beş dakika düşüneceksiniz, hangi sihirli çubuk bu şahsa dokundu diye.

        Peki siyasî parti kendi merkezinde nasıl güçlü olabilir?

İttihat ve Terakki Merkezi Umumisi gibi kitaba, silaha ve bayrağa el bastırıp yemin ettirerek ya da üyenin kafasına silah dayayıp bu partiden ancak tabut içinde ayrılabilirsin diyerek olmaz elbette. Hangi çağda yaşıyoruz? Gerçi çağımız oraya doğru geriliyor ama şimdilik o kadar da değil.

        Bir siyasî partinin merkezini oluşturacak kişilerin parti kurulmadan önce  ortak bir mücadele içinde birbirini sınamış, karşılıklı olarak tepkilerini ölçüp değerlendirmiş, ortak çabayla programa dönüştürülen parti fikriyatının temellerini kavramış kişilerden oluşması gerekir. Önce harekete dönüşmüş bir fikir vardır, parti sonra gelir.  Geçmişe bakın, 1980 öncesi var olan sağcı solcu bütün parti merkezlerinin parti kurulmadan önce hareket içinde birbirini sınamış, birlikte mücadele etmiş adamlardan oluştuğunu göreceksiniz.   

        Fakat bu da yetmez…

        Siyasî partinin halk sınıf ve tabakalarından birinin çıkarlarını temsil etmesi gerekir.  Ben şu taktiği izlersem sendikalar buna nasıl tepki gösterir, şu kanun teklifini verirsem büyük toprak sahipleri ne der, bu vergi tasarısı burjuvaziyi kızdırır mı, esnaf ve meslek örgütleri bu işe ne der; öğrenciler boykot, işçiler grev, köylüler toprak işgali, askerler darbe  yapar mı gibi kaygıları olmayan, üstüne üstlük anayasanın ve kanun nizam hâkimiyetinin olmadığı bir toplumda,  sosyolojik anlamda siyasî partilerden değil ancak siyasî parti kılığına bürünmüş mafya gruplarından ya da mezhep, tarikat cemaat gibi devletaltı yasadışı grupların uzantılarından söz edilebilir.

        Demek ki halkın da örgütlü olması gerekir. Halkın örgütlü olması için sınıfların, meslek gruplarının, öğrencilerin, devlet memurlarının, bütün yurttaş gruplarının örgütlenme, söz söyleme ve gösteri hürriyetinin anayasal güvence altında genişletilmesi gerekir. Böylece yurttaşlar kadroları mücadeleden çıkıp gelen siyasî partileri ve en geniş anlamda siyasî toplumu denetleme imkânına sahip olurlar. Parti başkanı kafasına göre takılamaz, fırsatçı ve oyuncu değil ölçülü ve ilkeli olur. Günümüzde halk sınıflarının ve kesimlerinin bağımsız örgütlenmesini teşvik eden, savunan, deneyen bir tane siyasî parti gösterebilir misiniz?

Gerçek siyasî parti liderleri de halk katında verilen mücadeleden çıkarlar. Halkın örgütlü olduğu yerde hiçbir sahici sınavdan geçmemiş türedi unsurları kimse “lider” diye dayatamaz, arkasına bavul bavul dolar ve siyasî güç yığıp onları ortaya salamaz. Siyasetin her kademesine musallat olan hırsızlık, yolsuzluk, iş bitiricilik, komisyonculuk, ilkesizlik, şarlatanlık, politik yalancılık, sahtekârlık ve kendi menfaatlerini yabancı güçlerin siyasi emelleriyle tevhit etme eğilimi ancak halk örgütlüyse önlenebilir.

Merkezi güçlü, programı sahici, ilkeleri sağlam, yurttaş/seçmenden başka kimseye hesap vermek zorunda olmayan siyasî partiler, ancak örgütlü ve mücadeleci toplumsal ortamlardan çıkabilir.

Fakat ülkemizin özel durumu nedeniyle bu da yetmez.

Bizim özel durumumuz din, mezhep, tarikat cemaat ve etnisite merkezli parti, dernek ve vakıf kurmayı anayasal olarak yasaklamayı, en ağır cezalara tabi kılmayı, Özal’ın kaldırdığı TCK 163. Madde’nin genişletilerek ve ayrıntılandırılarak yeniden Ceza Kanunu’na konulmasını, eli titremeyen, satın alınamayan bir yargı kuvvetinin yapılandırılmasını gerektirir. İşte o zaman merkezi güçlü, temsil kabiliyeti olan sahici yurttaş partileri kurulabilir.

Şu güneşli pazar gününde “siyasî parti” denilen yapının demokrasinin vazgeçilmez unsuru mu, yoksa sahici demokrasinin tıkacı ya da  kriz üreten sistemin olası fırtınalarına paratoner mi olduğunu bir kez daha düşünelim diyor, bu uzun ve karışık yazıyı buraya kadar okuma sabrı gösterenleri tebrik ediyorum. Veryansın, 22. 01. 2023