BÜYÜK TEHLİKE

Yavuz Alogan

Türkiye gibi durduk yerde başını bu kadar belâya sokan ikinci bir ülke yoktur. Devlet’in son kırk yıldır geçirdiği evrim bugüne kadar geliştirilen devlet teorilerinin hiçbiriyle açıklanamaz.

         Mevcut duruma “devlet krizi” demek bile zorlama olur. Zira var olmayan bir şeyin krizinden söz edilemez. Esas teşkilatıyla, yani anayasal yapısı, yasama-yürütme ve yargı kurumlarıyla birlikte Saray’a kadar daralmış, ekonomiden devletaltı gruplara kadar her alanda denetimi kaybetmiş, para trafiğinden başka hiçbir şeyi yönetemeyen çok tuhaf bir yapıyla karşı karşıyayız. Emperyalizmin şantaj ve tehdidi altında iktidarını kaybetmemek için dış politikada her türlü tavizi vermeye hazır, halkı insafsızca soyarak çevresine topladığı asalak sınıfı besleyen, iktidara sıkıca yapışmış tuhaf ve çaresiz bir teşkilat söz konusu. Milleti ümmete dönüştüreceğim diye halkı böldü, Devlet’i battal etti, yıktığı hiçbir kurumun yerine yenisini koyamadı.  

         Yıllardır yazarken kullandığım “İslamî faşizm,” “ideolojik hegemonya,” hatta “meşruti monarşi” ya da biraz zorlamayla “emperyalizmin taşeronu olarak örgütlenmiş bölgesel devlet” gibi kavram ve tanımlar gerçek durumu açıklamıyor.

         “Mafya tarzında örgütlenmiş tarikat ve cemaatler koalisyonunu yöneten merkezî ideolojik aygıt olarak Saray devleti” gibi alengirli bir tanım gerçeğe daha yakın olmakla birlikte, yetersiz.  Zira son zamanlarda Saray rejiminin ekonomi ve dış politikanın yanı sıra, altını dolduran tarikat ve cemaatleri, hatta kendi partisini bile   yönetemediğini görüyoruz.

         Mayıs 2019’da Saray, Diyanet aracılığıyla “Dinî Sosyal Teşekküller, Geleneksel Dinî-Kültürel Oluşumlar ve Yeni Dinî Yönelişler” başlıklı bir rapor yayımlayarak, tarikat-cemaat âlemini sınıflandırmaya, tanımlamaya çalıştı. “Gizli” ibaresi taşıyan fakat sosyal medyaya düşen bu rapor, Saray’ın şeriat yönetimi isteyen yasadışı, muhtemelen silahlı grupları bir biçimde denetim altına almaya çalıştığını gösteriyordu.  Rapor, tarikat ve cemaatleri “Türkiye’de geleneksel İslam anlayışının yaşatıldığı en önemli çevreler” olarak övüyor fakat  “Ehl-i Sünnet geleneğine bağlı, şeriat-tarikat dengesini gözeten bir çizgi” ile “Sahih dinî bilgi, akl-ı selim ve Ehl-i Sünnet itikadıyla örtüşmeyen” çizgi arasında ayrım yapıyordu.

         Bu denetleme çabasının boşa çıktığı anlaşılıyor.

Millî Eğitim Bakanlığı’nı bile işgal eden  şeriatçı yapılar Diyanet İşleri Başkanlığı’nı boş bırakmış  olamazlar. Bütün Devlet kurumlarına nüfuz eden tarikat ve cemaatlerin, kendi mali yapıları, eğitim kurumları, muhtemelen silahlı militan güçleri olan özerk yapılar olduğunu; emperyalizmin şantaj ve tehdidi altında bunalan Saray’ın bu yapıların oyuncağı olmamak için onları denetim altına almaya çalıştığını fakat bunu beceremediğini anlıyoruz.

         Bana biraz Devlet terbiyesine sahip gibi görünen Sayın Cemil Çiçek’in “kayıt dışı dinle mücadele” çağrısı, bu bağlamda anlam kazanıyor. Bu başıboş şeriatçı örgütlerin kayıt ve denetim altına alınmasını isteyen, yaklaşan tehlikeyi gören bir grubun AKP’nin içinde faaliyet gösterdiğini anlıyoruz.  Sayın Çiçek, “Türkiye’de sosyolojik gruplar, cemaatler var,” diyor. “Bunların, görevi gereği siyaset yapmamaları gerekiyor.” Yani diyor ki yönetime musallat olmayın, ne hâliniz varsa görün!

         Başıboş devletaltı gruplar denetim altına  alınmazsa yetki alanlarını genişleterek Devlet’e meydan okuyan iktidar yapılarına dönüşeceklerdir.  Bu açıdan baktığımızda Türkiye’de “ikili iktidar” değil, ortak amaçta birleşmiş çoklu iktidar yapıları olduğunu; Saray rejiminin kendi altını oyma, tabanını zayıflatma pahasına bunlarla mücadele edemeyeceğini ve üzerlerinde yasal denetim kuramayacağını anlıyoruz.  Yol verdikleri, devlet kaynaklarıyla semirtip toplumun içine saldıkları yapılardan korkuyorlar.

         Devletaltı başıbozuk şeriatçı  grupların yanı sıra Saray’ın kendi eliyle Devlet’in içinde büyüttüğü, silahlı olduğu bilinen  bir grup var: ASSAM. Bu teşkilatın başkanı Adnan Tanrıverdi  12-13 Kasım 2022’de bir Devlet kuruluşu olan Kütahya Dumlupınar Üniversitesi’nde bir  Uluslararası İslam Birliği Modeli Kongresi toplayacağını ilan etti. Kongre’nin önemli gündem maddesi, “İslam Ülkeleri Konfederasyonu İçişleri Bakanlığı”nın kuruluş ilkelerini müzakere etmek. “Uluslararası” olduğuna göre, Kongre’ye herhalde Dışişleri Bakanlığı da bir temsilci gönderecek (midir?).  Her gece  ibrik gibi merkez medyanın ekranlarına dizilen hep aynı değerli uzmanlar bu girişimin yasal çerçevesini tartışacaklar mı?

          Sekiz milyon sığınmacının varlığı, ülke içinde kaybedilen 122 bin Suriyeli, bozulmuş Afgan ordusunun bütün illere dağılmış askerleri gibi netameli konuları da devletaltı ve devlet içi yasadışı gruplara eklemek gerekir. Bunların şeriatçı kesiminin yarattığı tehlike geçenlerde Ümit Özdağ ile Cüppeli Ahmet Efendi’yi aynı kaygıda birleştirdi: denetimden çıkmış camilerde ve sokaklarda örgütlenen yabancı tarikat unsurlarının iç savaş potansiyeli.  Cüppeli Ahmet,  Kuveytli Vahhabi Şeyhi     Osman el-Hâmis’in camide vaaz vermesini bir iç savaş etkeni olarak değerlendirirken, Ümit Özdağ ekonomik hayatın güvensizleştirdiği sokaklarda sığınmacı çetelerinin oluştuğunu ve “yüzde yüz” iç savaş çıkacağını söyledi.

         Tarih, Devlet’in baskı aygıtları bölünüp silahlı olarak karşı karşıya gelmedikçe iç savaş felaketinin gerçekleşmeyeceğini öğretir. Bu öğretiyi doğrulayan sayısız örnek vardır.  Peki Türkiye’de böyle bir ihtimal var mı? Bilemiyoruz. Göreceğiz…

         Geçenlerde yıllarca hapis yatmış devrimci bir önderle iç savaş muhabbeti yapıyordum. “Ne yani,” dedi arkadaşım, “Saray iktidarı sürsün diye asker ve polis Suriyeli ve Afgan sığınmacılarla birleşip halka ateş mi açacak?”  Elbette böyle bir şey olmayacak. O kadar da değil…

         Neyse uzatmayalım…

         Yazının girişinde de dediğim gibi, Türkiye durduk yerde başını belâya soktu. Aslında buna hiç gerek yoktu. Siyasî toplumun, muhalefet partilerinin ve Anayasa Mahkemesi’nin biraz öngörülü ve basiretli davranması bu gerici ve işbirlikçi partinin iktidarını engelleyebilir, en azından yirmi yıl süren şu yıkımı bir aşamada durdurabilirdi. Aymazlığın ve öngörüsüzlüğün bu kadar dibine inmeleri, böylesine körleşmeleri gerekmiyordu. Anayasa’nın fiilen yok edilmesine, parlamentonun devre dışı bırakılmasına, ülkenin kimliğini kaybederek adım adım felaketin eşiğine sürüklenmesine razı olunmayacaktı. Şimdi buradan nasıl geri dönülecek ya da ileri gidilecek?

         Kuzey rüzgârlarının serinlettiği bu güneşli pazar gününde herkese büyük tehlikenin farkında olarak Kurucu İrade, metanet ve celâdet diliyorum. Veryansın, 17. 07. 2022