NEDİMELER TABLOSU

Yavuz Alogan

         Barok ortaçağın önemli ressamı Diego Velazquez’in  (1599-1660) Nedimeler (Las Meninas)  tablosunun sırrı derindir. Sanat tarihinin ilk Hakkında çok şey söylenmiş, farklı yorumlar yapılmıştır. Mesela filozof Michel Foucault gerçekliğin tablonun içinden yansıtıldığını, ressamın “birbiriyle uyuşmayan iki ayrı görünürlüğü” bir ayna gibi aksettirdiğini öne sürmüştür.

         Madrid’in Prado Müzesi’nde toplanan  NATO temsilcilerinin   bu ortaçağ tablosunu ortalarına alarak “aile fotoğrafı” vermeleri anlamlıdır. Tabloda yer alan ressam yarattığı eseri görmeden resmin içinden dışarıya, bize, seyirciye bakar. Paleti ve fırçası elinde, gözü üzerimizde, son rötuşlara hazırlanmaktadır.

         Buna karşılık Putin’in Sankt Petersburg’daki Hermitage Müzesi’nde  Bağımsız Devletler Topluluğu’nun temsilcilerini Çar Petro Alekseyeviç’in (1672-1725)  zırhlı kılıçlı tablosunun önünde toplayarak bir “aile fotoğrafı” vermesi uygun olurdu.

         NATO zirvesinde tarihe göndermede bulunmadılar. Aslında Prado müzesi, Hernan Cortez’in  Meksika’yı (1521), Francisco Pizzaro’nun Peru’yu (1533) fethetmesiyle başlayan, Latin Amerika halklarının kurtulmak için dört yüz yıl savaştıkları kanlı  sömürge fetihlerine, Vietnam’dan  ortaçağ karanlıklarına sürüklenen Ortadoğu’ya kadar  emperyalizmin saldırılarına göndermede bulunmak için  uygun bir dekor sağlıyordu.

Elbette böyle bir şey olmadı. Köklü bir kültürümüz var, biz farklıyız, Kiev Senfoni Orkestrası’na kulak vererek içkilerimizi yudumlarken saldırı planlarımızı hazırlarız, demekle yetindiler.

         Hermitage Müzesi’nde Ruslar da atalarının 1200’lerde Nijniy-Novgorod ve Kiev’den başlayarak küçük bir ortaçağ prensliğini batıya, kuzeye ve doğuya doğru nasıl genişletip imparatorluk kurduklarını anlatabilirlerdi. Nitekim Putin, daha birkaç gün önce, “Herkes Büyük Petro’nun İsveç’le savaş hâlinde olduğunu, onlardan toprak kapmaya çalıştığını düşündü. Ancak Büyük Petro kimsenin elinden bir şey almadı, Rusya’nın olanı geri aldı,” dedikten sonra ekledi: “Rusya’ya ait olanı geri almak (bu kez de) bize düştü.” Bir keresinde de “Rusya’nın sınırları yoktur,” demişti. Petro gibi fetihlere girişip sınır çizecek, Bolşeviklerin “halkların hapishanesi” dediği Ortodoks Rus Çarlığı’nı yeniden kuracak.

         Nükleer çağda kapitalizm dünyayı bir Ortaçağ savaşının eşiğine getirdi. Bu paylaşım savaşını uygar Batı’nın vahşi Doğu’ya karşı ya da Rusların faşizme ve emperyalizme karşı mücadelesi olarak selamlayıp taraf tutmak sığlıktır; cehaletin yol açtığı bir tür savaş çığırtkanlığıdır.

         Rusya’nın Ukrayna hamlesi ABD ve Avrupa’yı birleştirdi, Çin’in çevrelenmesini hızlandırdı. Buna karşılık Putin, daha bir şey görmediniz havasında, “Batı bizi savaş meydanında yenmek istiyorsa, bırakın denesinler,” diye meydan okudu.

         Finlandiya’nın NATO’ya girmesi Rusların kadim korkusunu canlandırdı. Üyelik gerçekleştiğinde Sankt Petersburg’a batıdan yaklaşma istikametindeki engel, tarafsız Finlandiya’nın oluşturduğu tarihi tampon bölge aradan çıkmış olacak. İsveç ve Finlandiya’nın emperyalist batı ittifakına katılması, Rusya’yı 1300 km’lik  cephe hattına yığınak yapmak zorunda bırakarak onun askerî dengesini bozacak; Arktik bölgeye çıkışını zorlaştıracak; kıtalararası balistik füzelerin bulunduğu, Rusya ana karasına sadece bir demiryolu ve karayoluyla bağlı Kula yarımadasını ve  Murmansk nükleer denizaltı üssünü çevreleyecek; NATO’nun Barendt Denizi’ni kapamasını kolaylaştıracak.  Bu bölgenin Kaliningrad Füze Üssü’yle birlikte olası savaşın ağırlık merkezini oluşturacağı anlaşılıyor.

         Batı’yla askerî rekabette “Yumuşak (soft) güç”e ağırlık veren, özgün bir hibrit savaş konseptine dayanan Gerasimov Doktrini’ni terk eden  Kremlin’in Ukrayna’yı  işgal kararını nasıl aldığını  ileride tarih yazacak. Süper güç olduğunu iddia eden bir ülkenin Ukrayna gibi nizami ordusu ve askerî geleneği olmayan bir başka ülkeyi ilk hamlede teslim alamayıp, zaten elinde olan bölgeyi (Donbass) biraz daha genişletmekle yetinmesi (Azak Denizi’ni kapatması fakat Odessa’yı alamadığı için Karadeniz çıkışını açık bırakması vs), bu arada 10’dan fazla general, pek çok subay ve er, askerî malzeme kaybetmesi ister istemez NATO’nun cüretine ve saldırganlığına süreklilik kazandıracaktır.

Bu evreden sonra Putin’in tek güvencesi sahip olduğu nükleer silah cephaneliğidir.  Rusya’nın 1991’de SSCB’nin dağılmasından daha büyük bir jeopolitik felaketi davet etmek, küresel nükleer savaş felaketini başlatmak ya da Çin’in dış politikada uyguladığı “dolaylı tutum” stratejisine entegre olmak dışında seçeneksiz olduğunu anlıyoruz.  Bu alternatiflerden birincisinin gerçekleşmesi ya da ikincisinin eşiğine gelinmesi, büyük olasılıkla, Putin’in klasik bir Kremlin darbesiyle devrilmesine ve kendi ülkesini yağmalayan, tarih bilincinden yoksun utanmaz Rus oligarkların dağılmasına yol açacaktır.

Batı’nın saldırganlığının ve kibirli Putin oligarşisinin sergilediği basiretsizliğin yol açabileceği büyük felaketi şu aşamada ancak Çin’in kadim bilgeliği önleyebilir.  ABD/NATO’nun Tayvan ve Pasifik’teki kışkırtmalarını Çin’in esnek mukabele tutumuyla boşa çıkaracağını, 1970’lerin başında yaptığı gibi (1972 Nixon-Mao mutabakatı) uzlaşma zeminleri yaratıp bunu kendi çıkarına kullanacağını, yeni bir küresel hukuk ve ticaret düzeninin inşasına katkıda bulunacağını; özetle, zamana oynayacağını ancak umut edebiliriz.

         Arktik’ten başlayıp kuzey ve doğu Avrupa’yı katederek Balkanlar’dan Akdeniz’e inen hat, Soğuk Savaş (1961-1991) güçlerini ayıran Demir Perde’den çok,   her türlü sıcak  savaş yığınağına açık faal  bir cephe hattı gibi durmaktadır.  Karadeniz, Türk Boğazları (Montrö) ve Doğu Akdeniz bizi yakından ilgilendiren, belirsizlik alanlarıdır.

         Süreç derinleşirken Avrupa’nın NATO stratejisinden vazgeçmesi, askerî örgütlenme imkânlarını da değerlendiren yeni bir AB anlayışının Putin sonrası Rusya’yla birlikte geliştirilmesi, yeni bir uluslararası düzenin oluşmasına katkı sağlayabilir.

         Dünya kapitalizminin 2008’de başlayan krizinin derinleşmesi yaşlı kıtanın liderlerini NATO’nun peşinde askerî maceralardan caydırabilir. Alman Şansölyesi’nin “sosyal patlamadan korkuyorum,” sözü bu bağlamda anlam kazanıyor. 

         Aslında hepsinin sosyal patlamadan korkması gerekir. Sonu gelen bir şey varsa, o da vahşi neolieral kapitalizmdir.  Herkes gözünü Biden, Putin, Cinping, Macron, Scholz  gibi orta oyuncularına dikmişken, aç kalmak ya da nükleer savaşta kavrulmak istemeyen, sosyal devlet, toplumsal kalkınma ve refah toplumu arayan dünya prekaryasının, haklarını zorla almaktan başka çaresi kalmayan sıradan insanların  sahnede yer alması kaçınılmazdır. Yeni bir kitlesel mücadele dalgasının dünya kapitalizminin merkez ülkelerinde yükselmesi, orta uzun vadede mülkiyet ilişkilerinin değişmesine, parlamenter demokrasinin yeniden tanımlanmasına, silahsızlanma antlaşmalarına ve yeni bir küresel hukuk düzeninin kurulmasına yol açabilir. Emperyalist ülkelerin saldırganlığını emperyalist olmaya aday kapitalist ülkeler değil, bu ülkelerin kendi halkları bıçak kemiğe dayandığında önleyebilir (bkz. Vietnam savaşının sona erme biçimi).

         Tekrar Velazquez’in tablosuna dönecek olursak, bu tuhaf eserin en önemli özelliği, onu çizen ve boyayan ressamın çerçevenin içinden dosdoğru bize, seyirciye bakması, bu nedenle yaptığı resmi görmemesidir. Günümüzün dünyasını yıkıma sürükleyenler de yaptıkları resmi görmüyorlar. Onların tebeşirle yere çizdikleri iktidar sınırlarının dışına çıkmak, dünyaya ne yaptıklarını onlara göstermek, onlarla anlayacakları dille, isyanın ve devrimin diliyle konuşmak gerekir. Kölece boyun eğip seyretmenin sonu yoktur. Huzur isyandadır. yalogan@gmail.com